Yola çıktım Mardin’e
‘Fincan masaya bırakılınca, mırrayı sunan kişi bekârsa ya onu evlendirmen gerek ya da iyi bir para vermen gerek…’
Mardin’de ilk günüm güzel bir yemekle başladı. İçli köfte, patlıcanlı kebap ve mırra… Mırranın bir öyküsü varmış. Öyküyü bilmediğimden mırrayı içip fincanı masaya bıraktım. Mırrayı sunan kişi, ‘fincan masaya bırakılınca, mırrayı sunan kişi bekârsa ya onu evlendirmen gerek ya da iyi bir para vermen gerek’ dedi. ‘Ayrıca, tekrar içmek istemezsen parmağını fincanın üstüne koyman gerek’ dedi. ‘Bağışlayın, buraların yabancısıyım’ dedim. Ama öğrenmiş oldum. İkinci gün için ilk durak Deyrulzafaran Manastırı. Önceki gelişimde geç kaldığımız için içeriye girememiştim. Bu kez girebildim.
Deyrulzafaran gözde bir yer olmuş; turist akınına uğramış, bahçesinde insanlar çay, kahve içiyor. Rahip Gabriel ile konuşmak istedim. Ancak Pazar günü olması ve turistlerin yoğun olması dolayısıyla bana zaman ayıramayacaklarını ifade ettiler. Deyrulzafaran Manastırı Süryani toplumuna yüzyıllarca Patriklik görevi görmüş tarihi bir manastır.
Mardin ilinin dört-beş kilometre dışında kurulu olan Deyrulzafaran manastırı Süryaniler için önemini sürdürmeye ve gerçeküstü atmosferiyle ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor. Mezopotamya’nın ilk tapınaklarından birinin üzerine kurulu bulunan bu manastır belki bin yıldır üzerinde ibadet edilmesine alışık. Deyrulzafaran manastırı, bozkırın ortasında yükselen Ortaçağ yapılarını andırıyor. Rahipler ve öğrencilerin manastırda yaşama biçimi de yüzlerce yıl önceki gibi…
Bir zamanlar safran rengi olan taş duvarları yıllardır üzerine sinen toz, topraktan dolayı renk değiştirmiş. Safran rengi deniliyor çünkü, yüzlerce yıl önce bu dağlarda safran çiçekleri açarmış. Bu nedenle belki Deyrulzafaran inşa edilirken sıvasında safran çiçekleri kullanılmış, manastırın duvarlarına renk versin diye. Safran çiçekleri renklerini sunmuşlar Deyrulzafaran Manastırı’na ama sonra da bu ovalardan, dağlardan çekip gitmişler. Şimdi safran bulunmadığı için yörede altın değerinde. Manastırın avlusunu çevreleyen duvarlarda bulunan taştan hayvan kabartmaları Nuh’un gemisine alınan hayvan türlerini tasvir ediyor. Manastır bu özelliği ile boz bir denizin içinde bir gemiyi anımsatıyor. Bir manastırın yaşamını anlamak için en iyi zaman gün doğmadan önceki saatlerdir. Saat tam 04.30’u gösterdiğinde namaz başlar. Küçük çocuklar, rahipler, manastırın hizmetlileri herkes ibadete katılır. Onlar; ibadet, eğitimle insanlara faydalı olmak düşüncesindeler. Mardin ve çevresindeki ilçeler, köylerle hiç ilgisi yok bu manastırdaki yaşamın. Artık Süryanilerin sayıları giderek azaldığı için bu manastır onlar için bir sığınak gibi sanki. Yaklaşık bir saat süren ibadetten sonra tüm çocuklar mutfakta rahiplerle toplanıp kahvaltıya otururlar. İbadet ve kahvaltıdan sonra baş rahip İbrahim Türker konukları ağırlıyor; çünkü Deyrulzafaran’ın her gün mutlaka misafirleri var. Türker misafirlerle yakından ilgilenirken, ikinci rahip Gabriel öğrencilere İncil’den dersler anlatıyor. Bu dersler bir saat kadar sürüyor sonra mıntıka temizliği başlıyor. Manastırın avlusunda bulunan kuyudan su çekilerek her taraf yıkanıyor ve öğle yemeği hazırlıkları başlıyor. Rutin içinde akşam saat 6.00’daki ibadete kadar vakti var. Ancak düğün, cenaze ve vaftizlerde durum değişiyor. İşte o günlerde bu mütevazı manastır sakinleri için durum değişiyor. Rahiplerin tören giysileri daha bir şaşaalı oluyor.
Sürecek
Kıraçta Yeşeren Uygarlık önceki bölümler»
Zehra Özen / Gezi / Bizim Anadolu / Nisan 2016
Paylaşın, dostlarınızın da haberi olsun…