Yeni Bir Çağ, Yeni Anlayışlar ve Basın-Yayın
21. yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir çağa girmekte olduğumuzun habercisi koronavirüsü mü olacakmış?

Gerçekte yeni çağ ve yeni anlayışların habercisi koronavirüsüyle başlamadı; bunun belirtileri 80’lerin sonunda, bilemediniz 90’larda zaten hazırlanıyordu.
Bizim gibi 20. yüzyılın ikinci yarısında doğanlar, 19. yüzyılı kitaplardan üstün körü öğrenirken, yüzyıl başlarında yaşanan kırılma noktalarını da sınırlı olarak öğrendi ve gerektiği gibi değerlendirmesini yapamadı. Yapamadı, çünkü o klasik kırılmalar hâlâ yaşanıyordu. Ve olaylar yaşanırken inceleme ve değerlendirme yapmak oldukça zordur.
On dokuzuncu yüzyıl buluşların, 20. yüzyıl ise geliştirmelerin dönemi oldu.
Elektriğin (ampulun) bulunması, sesin kaydedilmesi, telgraf, telefon, hareketli resimler, daha sonraki tanımlamalarıyla kinetograf ya da sinematograf, bunlara bağlı olarak radyo – televizyon gibi iletişim araçlarının geliştirilmesi, hayvan ve insan gücü kullanılmadan kendi yürüyen taşıtlar, yer çekimine karşı verilen savaşım ve uçağın bulunması yeni bir çağın habercisiydi.
Ancak daha bunları doğru düzgün özümseyemeden bilgisayar ve buna bağlı olarak bilgisunar (internet) uygulamalarının geliştirilmesi ve yaygınlaşması bir sıçramayı beraberinde getirdi.
Böylece daha gerektiği gibi özümseyemediğimiz bilgi ve iletişim alışkanlıkları bir anda kabuk değiştirdi.
Kuşkusuz buna bağlı olarak toplumsal gelişim ve değişimler de bu süre ve süreç içinde yüz değiştirince toplum değerlerinde de olumlu ya da olumsuz olgular yaşanmaya başladı.
Konu kapsamlı olduğu kadar karmaşık ve bu yazının boyutları içinde derinlemesine irdelenecek gibi değil.
Bu nedenle benim ‘klasik iletişim ortamı’ diye tanımladığım, hiç olmasa son elli yıllık alışkanlıkların bu birkaç yıl ya da ortalama 20 yılda gerçekleşen değişimlerinden söz edeceğim.
Neden Koronavirüsü mü?
Şu koronavirüsü salgını nedeniyle yeni bir çağ ve yeni bir anlayışın gelişeceği söyleniyor ancak, biz bunları zaten yaşıyorduk belirli bir süredir. Bu salgın nedeniyle ‘küresel olarak’ içerilere hapsolunduğumuz için, belki bunların üzerinde daha ciddi bir biçimde düşünme olanağı bulabildik/bulabiliyoruz.
BURAYA KADAR OKUDUYSANIZ, SİZ DE BENİM DUYDUĞUM KAYGIYI DUYUYORSUNUZ DEMEK Kİ…
AH MİRİM, AH HANIMEFENDİ, AH GENÇLER, NEREYE GİDİYOR BU DÜNYAMIZ!..
Hadi, devam edelim!..
***
Halk bunu mu istiyor?
Ben kişioğlu ve kızlarının davranışlarından çok, bugün yaygın biçimde adına Frenkçe ‘medya’ denilen basın-yayın ortamındaki davranışlara odaklanmayı önemli bulurum.
Bazılarının gerekçeleri hazırdır; ‘ee, efendim halk bunu istiyor’…
Bu, çok ucuz bir kaçış, laf ebeliği ve / ya da sömürüyü örtme kurnazlığıdır.
Adına siyasette olduğu gibi ‘Halk Dalkavukluğu’ denir.
Halk, kendi çıkarını gördüğünde her türlü yeniliğe açıktır; yeter ki doğru anlatılsın, doğru bilgi verilsin.
‘Klasik’ dediğimiz çağda, yazarlara, gazetecilere, sanatçılara, tanınmış kişilere kolay ulaşma olanağı yoktu.
Belirli ortamlarda, o da kısıtlı olanaklarla, ulaşılır; ve onlar hep kaf dağının ardında kalır; bu nedenle de anlağımızda (zihnimizde) farklı yerlere konulurdu.
Önce, yeni iletişim olanaklarıyla -bir anlamda televizyon ve sonrasında bilgisunar ve toplumsal paylaşım ortamlarının gelişmesiyle- sanal da olsa bu kopukluk kalktı. Onlara daha kolay ulaşma olanağı doğdu ve onların da bizler gibi kişioğlu ve kızı olduğu, onların da eksileri / artıları olduğu, bizler gibi yiyip içtiklerini öğrendik.
Buna bağlı olarak 90’lı yıllardan başlayarak bir ‘sözüm ona’ sanatçı enflasyonu patladı.
‘Sözüm ona’ diyorum, çünkü herhangi bir birikimi olmadan, bir iki güzel ya da aykırı laf etmiş, bir iki müzik parçasıyla parlatılmış kişiler ortalığı kapladı.* Bunlar çarpık biçimde yaşamımıza giren özel radyo ve televizyonlar aracılığıyla oluyordu.
Müthiş bir tüketim ortamı doğdu bu konuda. Televizyonlar sürekli ‘sanatçı’ üretiyordu…
Değer kaymaları da bu ortamda olmaya başladı.
Örneğin, bir radyo söyleşisinde sunucu sanatçı konuğuna ‘bak benim sayemde adam oldun haa!’ diyebiliyordu. Konuk umarsız suskun kalıyordu. Değer yargıları aşınmaya başlamıştı.
***
İYİ GİDİYORSUNUZ, GÖNLÜMÜZE GÜNEŞLER DOĞUYOR…
Birbiriyle bağlantılı olduğu için iletişim ortamına geliyorum buradan.
Eskiden radyo ve televizyonlarda iki söz edebilmek, gazete ve dergilerde yazı yazabilmek için belli bir bilgi birikimi ve deneyim gerekirdi. Belli aşamalardan geçer, çok sonra yazı yazabilirlerdi. Bunların başında da kuşkusuz dili yetkin kullanmak gelirdi.
O dönem bitmişti artık; önüne gelen radyo-televizyonda sunucu ya da gazetede ‘köşe yazarı’ oluyordu. Yanlışlarından söz edilip eleştirildiklerinde ‘ben aykırı biriyim, benim tarzım böyle, beni böyle kabul edin’ deyip işin içinden çıkıyorlardı…
Hele son gelişmelerle birlikte herkes kendini ünlü yapma sayrılığına kaptırmaya başlamıştı.
Bilgisunar ve toplumsal paylaşım ortamlarının gelişmesiyle klasik basın-yayın anlayışı yerini bilgi tüketim gömütlüğüne dönüştürdü.
Eskiden bilgi edinmek için ertesi günü bekleyip gazeteden öğrenmeye çalışırken, radyo ve televizyonlarla bunlar sınırlı da olsa akşamları öğreniliyordu.
Ancak bilgisunarla günde iki kez güncelleme yapmaya başlayan basın-yayın organları, akıllı telefonların da gelişmesiyle bugün artık sağlaması da yapılamadan yarım saatte bir, ya da onbeş dakikada bir, bilgi – haber akışına başladılar…
Bu, bilgi ve haber akışı onulmaz bir bilgi tüketimi yaratırken, okur ya da tüketici bilgiyi nereden alacağını bilemediğinden, ‘buna zamanı da olmadığından’ (çünkü öylesine hızlı yaşıyoruz ki, yaşamaya zamanımız yok (!) ), haber kaynağı ve içeriğini görmeden sadece görseldeki bilgilerle yetinebiliyor.
İşte burada da toplum mühendisliği devreye giriyor. (Bu arada, anımsatayım; toplum mühendisliğinin değişik alan ve boyutları var. Ben burada basın-yayıncılık alanından söz edeceğim yalnızca.)
Böylece okuru nasıl içeriğe getirtip ‘tıklatırım’ diye kafa yoran sayfa ya da haber başlığının görselini hazırlayanlar değişik yöntemler kullanabiliyorlar.
Belki bir iki kez başarılı olabiliyorlar, ancak tüketicilerin, burada okurların da, kendi yöntemlerini geliştirdiklerinin ayrımına varmıyorlar; onlar da böyle oyunlara gelmeyeceklerini göstermek için görselle yetiniyor, ‘tıklayıp’ bilgilenme yöntemini seçmiyorlar.
Dolayısıyla, kurunun yanında yaş da yanıyor ve çoğu kez ‘popüler sayfalar’ binlerce, onbinlerce imleme alırken, içi değerli bilgilerle dolu sayfa ziyaret edilmiyor ve o kadar çalışma ve emek bir anda hiç olabiliyor.
Öte yandan bir haber sitesinde sadece birkaç güncel başlığa bakılırken, oradaki değişik bölümlerde ne var diye merak bile edilmiyor.
Halbuki klasik gazete okuru, gazeteyi didik didik eder, her sayfayı önce bir gözden geçirir, sonra da ilgisini çeken yazı ve haberleri daha derinlemesine okurdu.
***
(Anımsıyorum, özellikle birkaç gazete giren evimizde pazar sabahları gazetelerin sayfaları paylaşılır, kahvaltıyla birlikte özel anlar yaşardık.)
***
‘Okurdu’ diyorum, çünkü artık her şey parmaklarının ucunda olduğu halde, bilgisunar ortamında o sayfalara gidip daha çok bilgilenmeyi zaman yitimi olarak görüyor.
Şimdilerde bunlara da çözümler üretmeye çalışan yazılı basın organları, birçok haber ve yazıyı sesli olarak veriyor, görüntülü haber yayınlıyor; bitakım köşe yazarları ise bazı görüntülü toplumsal paylaşım ortamlarında kendilerine yer açıp yazılarını sesli ve görüntülü olarak yayımlıyorlar.
Elbette şunu da unutmamak gerekiyor: Eskiden gazete, dergi satın alınıp bir anlamda az da olsa o yayın organına emeğin karşılığı verilirken, yeni dönemde ücretsiz yayınlanmak durumunda kalan bilgi sunucular, (yazılı ve görüntülü basın-yayın) sayfalara aşırı ölçüde tecimsel tanıtım aldıklarından tüketiciler de çoğu kez bunların arasından bilgi ya da habere ulaşmaktan vazgeçip seçici olmak durumunda kalıyorlar.
***
Evet, yeni bir çağa giriyoruz ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…
Biz de kendimize yabancılaşıp milyonlarca yıl önce yok olan dinozorlara döneceğiz…
***
Yok canım; son kale yıkılıncaya kadar biz bildiğimiz insancıl değerlerimizi korumayı sürdüreceğiz.
Bakmayın azıcık kara bir tablo çizdiğime…
İnsanın olduğu yerde umut da vardır.
Bu konulara devam edeceğiz, kendimize gelmek ve değerlerimizi anımsamak için…
YAHU NE GÜZEL BİR KİŞİOĞLU YA DA KIZISINIZ SİZ! BURAYA KADAR OKUDUNUZ…
DEDİM YA, SİZLER OLDUKÇA BU YAŞANASI EVRENDEN UMUDUMU YİTİRMEYECEĞİM…
İYİ Kİ VARSINIZ!..
* Bu arada, kuşkusuz hemen aynı dönemde yavaş yavaş eğitimli sanatçılar ve buna bağlı olarak teknik elamanlar da kendini göstermeye başlıyordu. Bu yeni kuşak üniversitelerde kurulan konservatuvarlardan ya da Müjdat Gezen Okulu gibi bazı özel eğitim okullarından yetişiyordu…
Ömer F. Özen / Gözleyi, gözleyi… / Bizim Anadolu / 21 Mayıs 2020
Şu haber ve yazılarla da ilgilenebilirsiniz: