Bahar’ın penceresinden anekdotlarla Eğlenceli Vancouver Türkleri Tarihi.
Vancouver ve içindeki Türk toplumunun demografisi hızla değişirken nispeten eskileri yaşamış biri olarak birkaç şeyi kaleme alayım dedim. Tarihe not düşelim, değil mi ya?
Vancouver’li Türklerin muhabbetinin olmazsa olmazlarından ikisi şunlardır: “Kaç yıldır buradasın?” ve “Nasıl geldin?”. Yıllar içerisinde o kadar değişken ve eklektik bir çevrem oldu ki, ben buraya Vancouver Toplama Kampı diyorum. “Nasıl geldin?”’i de, “Peki, sen buraya nasıl düştün?”le eş görüyorum. Şaka bir yana, bu soruların yanıtları karşıdakini anlamaya çok yardımcıdır. Yılı, Türkiye kodlarından Kanada kodlarına geçişte hangi evrede olduğunu gösterir. Aynı yıllarda göçmüş olanlar birbirleri ile bazı yönlerden aynı sayfadadır. Her gelen ilk önceleri Türkiye alışkanlıklarını, değer yargılarını burada sürdürmeye çalışır. Bunların bazıları yıllar içerisinde bırakılır, yerlerine burada daha yaygın olan alışkanlıklar alır.
Kendimden örnek vereyim: İlk yıllarda Ankara’da yaptığım gibi senfoni orkestrasının konserlerine devamlı gitmeye çalışıyordum. Ancak buradaki bilet fiyatları Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nınkilerden çok daha pahallıydı. Konserlerin öncesi veya sonrası ilintili sosyalleşme de pek olmuyordu. Gelenlerin hemen hepsinin yaşlı olması da dikkatimi çekmişti. Oysa Ankara’da konserleri biz gençler dolduruyorduk. Entelektüel genç kesimden geliyordum ve burada entelektüel genç olmanın kriterlerinin aynı olmadığını fark ettim. Hatta gençlerin entelektüel olmak gibi bir çabalarının da pek olmadığını gördüm. Kişinin ne kadar çok sayıda önemli kitap okumuş olması, genel kültürünün ne kadar geniş olması o kadar da önem taşımıyordu. Burada “Peki, senin elinden ne gelir, kendin ne yaptın?” konusu daha önemliydi. Örneğin meşhur ressamların tüm tablolarını bilmesindense, kendisinin amatör bir resim yapmasına veya ne bileyim, evindeki ahşap kahve sehpasını kendisinin yapmış olmasına daha çok değer veriliyordu.
En rağbette olan aktivite doğa sporları yapmaktı. Birisinin bedenen çok iyi kondisyonda olması, çok parası olmasından daha önemseniyordu. Yıllar içinde gayet usta bir ‘hiker’ (Dağ, doğa yürüyüşçüsü) oldum. Civarda tırmanmadığım dağ kalmadı. Klasik müziği de giderek azaltarak evde CD’lerden dinliyordum. Daha çok Nirvana vb. dinler oldum.
Bir de şu 3. muhabbet vardı: Her gelen “Abi şuraya bi restoran açalım, öyle güzel iş yapar ki!” şeklinde konuşmaya başlardı. Yüzde 99 olasılıkla da o restoran açılmazdı. Bunlara bir arkadaşımın cevabı vardı: “Sen aç, ben gelirim!”
Ben 1988’de UBC’ye (University of British Columbia) doktora öğrencisi olarak gelmeden önce Vancouver’in tek bir fotoğrafını bile görmemiştim. Çünkü internet yoktu. Doktora başvurusu yazışmaları normal postayla yapılıyordu. Bunu geçende 20 yaşındaki bir gence söylediğimde gözleri fal taşı gibi açıldı. “Nasıl yani, mektup mu yazdınız?!” dedi. Üniversitede neredeyse tek Türk öğrenciydim. Şimdi ise UBC Türk Öğrenci Derneği var!
Herkesin başka bir ilginç geliş öyküsü var. Benim gibi Vancouver’e ilk girişini trenle yapan yoktur. Eşimle önce Toronto’ya inmiştik. Oradan kıtayı 3 günde boydan boya trenle geçtik. Trenin son durağı ünü pek iyi olmayan East Vancouver’deydi. Tabi biz bu kötü ünü bilmiyorduk. Taksi şoförüne bizi bir otele götürmesini söyledik. Ben odada yerleşirken eşim bir bakmak için aşağı indi. Yüzünde şaşkınlıkla karışık bir gülümsemeyle döndü, “görmelisin” dedi. “Aşağıda direk dansı var”. Oda rahat ve sessizdi. Onca yorgunluğun üstüne bir güzel uyuduk. UBC’deki öğrenci konutlarına gitmek için ertesi gün otelden ayrılırken bir kız bizi durdurdu. Eşim klasik gitar çalardı ve onun gitarına da bakıp bizi orada sahneye çıkacak yeni ekip sanmıştı.
Eskiden Türklerin sayısı çok azdı ve herkes herkesi tanır ve iyi geçinirdi. Parmakla sayılacak kadar az akademisyen ve mühendis vardı ve mavi yakalılar, ki onların bazıları “Gemiden atlayanlar” diye anılırdı. Eskiden kargo gemilerinden mürettebat denize atlayıp iltica ediyormuş.
Çoğunlukla Türkler birbirlerini Turkish Canadian Society (kısaca Dernek) aracılığı ile bulurdu. Dernek üyeleri yılda 4 kez falan Trout Lake Community Centre’da kiralanan bir odada bayramlar için toplanırdı. Potluck usulü, evlerden getirilmiş yiyecekler paylaşılırdı. Buranın sevilen, sayılan demirbaşı Yusuf Altıntaş hoca ve eşi eczacı Nesrin hanımla bu toplantılarda tanışmıştım. Yusuf Hoca UBC’de Makina Mühendisliği’nde. Türkiye’den nice doktora öğrencisi getirtip eğitti. Türk toplumuna her zaman sahip çıktı ve toplumun örgütlenmesi için derneğe -zaman zaman yönetim kurulunda da yer alarak- büyük destek verdi. Hâlâ da veriyor.
Toplum Dergisi yılda 4 kez 2 sayfa siyah beyaz basılırdı. Baskı kalitesi çok kötüydü. İçinde sadece gelecek bayram buluşmasının haberi ile vefat, doğum haberleri falan bulunurdu. Dernek yönetim kurulu bunları tek tek zarflayıp pullayıp üyelere yollardı.
Cumhuriyet bayramları gayet mütevazi, ama coşkuyla kutlanırdı. Cazır cuzur bir hoparlörden müzik dinlerdik. Herkes kalkar birlikte oynardı. Bölücü hiçbir zihniyet yoktu. Cumhuriyet Bayramı’nda iş sahipleri piyango için bağış yapardı. Uçak bileti veya altın mücevher bile olurdu piyangoda. Mücevherler kuyumcu Adnan Polat bey tarafından bağışlanırdı.
“Gazetecilik” ve “halı döşemecilik” az vasıflı veya diplomalarını kabul ettirememiş Türklerin en çok yaptığı işlerdi. “Gazetecilik” dediğim, gün ağarmadan evlerin kapısına gazete dağıtımı yapmaktı. İş, sabah 3’te gazeteleri topluca alıp dağıtmaya çıkmaktı. Her yeni gelen bu sisteme eklenirdi. “Ne iş yapıyorsun?” dendiğinde “Gazeteciyim” denirdi ve karşı taraf anlardı. Sonradan bunun yerini pizzacılık aldı. Her yeni gelen bir Türk pizzacıda çalışır oldu.
Türkiye’de tuzu kuru insan pek buralara gelmezdi. Daha açık söylemek gerekirse, zengin olan hemen hiç kimse gelmezdi.
(Sürecek…)
Bahar Çınarlı / Vancouver’de Bahar / Bizim Anadolu / 05 Haziran 2022