Söz ve İnsan
İnsan, anlayarak, anlatarak kendini ve içinde bulunduğu ortamı değerlendirebilir.
Söz deyince bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan sözcük ya da sözcük dizisi ya da birkaç heceden oluşan ve anlamı olan sesbirliği (sözcük) ; bir konuyu yazılı olarak açıklamaya yarayan sözcük dizisi; yazılı, sözlü anlatım yolu gelir aklımıza: Anlama ve anlatma. İnsan, anlayarak, anlatarak kendini ve içinde bulunduğu ortamı değerlendirebilir. Kendisinden ve çevresinden haberli olabilir.
İnsanın iç dünyasını dışa vuran sözüyle, insan eşdeğerdedir. İnsanın psikolojisi sözcüğe, sözcüğün anlamı insana yansır. Kimin, kim olduğunu sözünden, yazısından çıkarabiliriz. Okuduğumuz, dinlediğimiz sözler; söylendikleri çağı, durumları çağrıştırır, konuşanın yazanın iç dünyasının ipuçlarını verir, sözün söylendiği dönemi ve söyleyenin yaşama bakışını yansıtır.
Çocukluğumda (1929-42) dinlediğim büyüklerimiz: Halkı yalnızca savaşa çağırmak, vergi almak için anımsayan Osmanlı yönetimini iğnelemek için “Ekmek vezir, et padişah.” derlermiş: Dört sözcükle, bir trajedinin vurgulanışına bakınız. Abdülhamit döneminde ekmeğin üstüne biber dökerek yerlermiş. O azığa da ‘Abdülhamit pirzolası’ derlermiş. Bu söylemin içinde -usta yazınerlerine taş çıkartacak biçimde- yakınıdan öte, ince bir kargışlama yatmıyor mu?
1919’da İngiliz, Fransız, İtalyanların desteğiyle Yunan ordusu yurdumuzu işgal etmiş. Kurtuluş Savaşı’na girişenleri padişah, şaki (haydut, eşkıya) ilan etmiş. İç isyanlar başlamış. Bir yanda düşman, bir yanda iç isyanlar: toplumsal karmaşa. Kimin, kimi neden asıp kestiği bilinmiyor. Adalet, hak, hukuk, can güvenliği, hak getire. Halkımız, o günleri, o iç karmaşayı: “Çam kadı, pelit (meşe) müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyor.” sözcesiyle betimliyor. Usta bir ressam elinden çıkmış bir tablodan; sahnelenmiş bir trajediden vurucu değil midir bu halk sözü?
1950’lerde, kırsal kesimden kentlere iş aş için akın başlıyor. Halkın, kentte konut edinme olanağı yok. Yasak da. Halk, kentin dış kıyısına, derme çatma bir ev yapıyor. Bu derme çatma yapıya ‘gecekondu’ diyor. Halkın yarattığı bu bileşik sözcüğün altında yatan psikoloji nedir? Ev, gecenin karanlığında, gizlice yasak bölgeye kurulmuştur. ‘Gece’ sözcüğü, işin karanlıkta ve gizlice yapıldığını çağrıştırmaktadır. Sözcüğün başındaki ‘gece’ gizliliği, yasağı delmeyi vurgular. Peki, ‘kondu’ niçin? Kuşun, şıp diye bir yere konuşu gibi, hemencecik, evciği konduruvermiştir halk. ‘Kondurmak’ sözcüğünün içinde, evini yapabilmekten doğan buruk bir övünme sezilir. Bana sorarsanız, alttan alta bir gönderme de vardır, ‘gecekondu’ da. Yönetenlere: “Senin yönettiğin toplumsal yapının tabanı benim. Ben olmazsam, sen de olamazsın ya da bana benzersin.” demek istiyor halk.
Yurttaş, ‘gecekondu’ demiyor artık: “Çınçın’da iki göz kondum var’ demeye başladı. Neden ‘gecekondu’, ‘kondu’ya dönüştürüldü? Kentle gecekondu mekânları birleşti. Gecekondulu seçmen oldu: Siyasa ona muhtaç; oy almak için, gecekondu bölgelerine yol, su, elektrik götürüyor, asfalt döküyor. Gecekondu yasallaşıyor. Halk da sözcüğün başındaki ‘geceyi’ atıyor. Halk duruma göre sözünü uyarlıyor.
Gecekondu sözcüğü hem Türkçedir, hem doğru bir betimlemedir. Türkçenin dil mantığına, işleyiş ve beğenisine uygundur. Halktır; dilin ana kaynağı. Dili, damarından devindiriyor, halk. Yaşamla ilişkilendiriyor, olgulara göre biçimlendiriyor.
Ayraç içi düşünüyorum: Dili, halk dili üstünden kültür diline evriltmede yazarımızın, düşünürümüzün payı ne oranda? Anadilimizle Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak, Türkçe yazınla kendi duyuş, düşünüşümüzü işleyerek uluslaşmak için yapılan Dil Devrimine kim, ne zaman saldırmaya başladı? Niçin Türk Devrim ve aydınlanmasına saldırı aracı yaptı Dil Devrimi’ni? O tersine dönüş hangi açmaza getirip tıkadı, çağıncıllaşma girişimimizi?
Yakınıyla yetinmek, sızlanmadır. Çağdaş yazara yakışmaz. Kendimize de soralım: TDK’nin (Devlet dairesine dönüşeni demiyorum.) Tarama, Derleme, Terimler üzerine hazırladığı, ciltler dolusu kitapların kapağını, kaç kez açtık? Kulaktan dolma söz varlığıyla yetindik mi? TDK, vicdanı, bulunç, duyunç olarak Türkçeleştirmiş. Yusuf Çotuksöken’in, Derleme Sözlüğünde, halkın vicdan yerine yürekbuyruğu dediğini, yazına taşıdığını görünce, kendimden utandım.
12 Eylül Karabasanı’nda, resmi devlet dairesine dönüştürülen TDK, Türkçe Sözlük’ten; çağıncıl yazarlarımızdan alıntılanmış, kullanım örneği tümceleri sildi. Öz Türkçe sözcükleri yasakladı, Osmanlıcalarını önerdi. Türkçe Sözlük, tanıksız kaldı. Kuru sözcük yığını oldu. Özleşen durulaşan dille Türkçe Sözlük’ün, kullanımda yeni anlam yüklenmeyle bağıntısı koptu. Dolayısıyla çağıncıl dil ve çağıncıl yazarlar dışlandı.
Dilsel sapmanın, siyasal sapmayı getirebileceğini görebildik mi?
Kentleri, köy yapılı, köy düşünüşlü gecekondular kuşattı. Kentler nüfusça azmanlaştı. Dar gelirli, özel taksi kullanma olanağından yoksun. Ama bir yerden, bir yere zamanında ulaşmak zorunda. İşyerine, vaktinde ulaşamazsa, işinden kovulur, aç kalır. Tek başına taksiye binemez. Beş altı kişinin doluşarak tuttuğu araca taksi diyemez. O ad, efendilerin, paralıların!
“Dolmuş” diyor o taşıta. Ne güzel, Türkçenin işleyişine ve yapılanın işlevine uygun Günümüzde ‘dolmuş’ gibi çalışan, çeşitli yerlere uğrayarak taşıma yapan uçaklar için yabancı dil hayranlığıyla ‘çartır’ diyoruz. Halkın yarattığı ‘dolmuş’tan örneklenerek, Türkçe karşılık bulamaz mıydık?
“Ayağını sıcak tut, başını serin. Düşünme derin derin.” sözcesi, halkın teknolojiye geçemediği, tıptan yoksun döneminden. Sayrılanmanın ölçütü, o zamanlar üşütmek ya da ateşlenmek. Akıl sağlığını yitiren için ‘kafayı üşütmüş’ ya da ‘üşütmüş’ deniyordu. Feodal kesime teknolojik araçlar girince, delirmek için “kafayı yemiş’ deniyor. Neden? Kasetçaların içindeki kafa denilen bölüm aşınınca, kasetçalar çalışmıyor. Ona gönderme yapılmıştır. Bundan yapacağımız çıkarım; dilin zamana, duruma, gereksinimlere göre kendisini yenileyen canlılık olduğu, söze, söyleme yeni biçim verişi.
Yine ayraç içi düşünüyorum: Kağnının arkasında ağır, sabanın arkasında başı öne eğik yürüyen köylü, iki yıl kentte yaşayınca keklik gibi sekerdi, başı doğrulurdu. Kullanılan araçla insan arasında bir benzeşme vardır. Çağdaşlaşmayı Batıya öykünme sandığımız için Batılı kavramları, dilimize ağdırmadan çekinmedik. Dil Devriminin; uluslaşmanın ve kültürümüzü kirizma etmenin ayrılmaz bir öğesi, ana ayağı olduğunu anlayamadık mı?
Feodal düşünüşte kalmış birisi: “Bir topukladım, Tokat’tan Ankara’ya dört saatte ulaştım” diyor. At’ı, en hızlı ulaşım aracı sayan düşünüşten, henüz kurtulamamıştır. Gaza basmayı, atı mahmuzlamak sanıyor da ondan. Düşünüşüyle yaşayışı uzlaşamamış. Yaşamıyla sözü uyuşmuyor. Dilsel, düşünsel geri kalış değil mi bu? Bundan yapacağımız çıkarımda; dilin gelişimiyle düşünüş dizgesi, anlayışı, doğru orantılıdır. Dilin gelişim ve değimine uyarlanamayan dil ve düşünüş yayasıdır.
Düşünüş yayası siyasa erk kazandıysa
Cumhuriyetin 57.yılında: ” Evinize polis mi, anarşist mi (devrimci genç) girsin?” diyordu halka.
Deveye “İnişi mi seversin, yokuşu mu seversin?” demişler. Devenin yanıtı: Düze ne oldu ki kardeş? Biri deve, biri ‘vatan kurtaran’ darbeci başı (12 Eylül 1980). Cumhuriyetin 87.yılında, Cumhuriyetli kazanımlara kan davası açan birisi: “Vatanını seven, vatanını ucuza satmaz” diyor. Demek ki ederini bulunca satmaya hazır. “Ben Türkiyeyi pazarlıyorum” diyen de o, Türkiye senin iyeliğinde mi, alım satım malı mı diye sorduk mu?
Söz, insanın diliyle psikolojisinin bağdaşık, birbirini besler, yeder olduğunu kanıtlar. Halk katında kalan Türkçe sözcükleri, yazın-kültür diline taşımaya, kaçımız özen gösterdi?
Dildeki değişimler için halktan örnekler, aydın takımınca yadırganabilir. Kültür dilini evrilten, geliştiren aydınlar, yazarlardır. Ancak, Türkçeyi diri tutan ana damarın halk olduğu unutulmamalıdır. O halk dilinin, sokak dilinin, umulmadık yaratıcılığından, vurucu ve kestirme söyleyişinden yararlanmayı düşündük mü? Yoksa hazır bulduğumuz sözcük kadrosu, söylem kalıplarına takılıp kaldık mı? Halk katında kullanıldığı ve argo olduğu için yadırganan sözcüklerin yazın, kültür diline katıldığını görmedik mi? Bu damarı da işletemez miydik?
Benim Türkmen kökenli köyümde, Farsça (çenar) çınar’a kabukları kavladığı için ‘kavlağan’ denir. Dağdan aşağı hızla inen çayın adı: Akınoğlu.
Köyümüz, ilkin pelit (meşe) ormanı içi alana konuşlandığı için Pelitli Tekke imiş. Köyü kuran Horasanlı bir Türkmen başının adı Şıh Mah-mu-du Seyyidi Vakkas. Osmanlı döneminde köyün adı, Tekke’ye dönüştürülmüş. Cumhuriyet döneminde Akınoğlu oldu.
Yayla yolumuzun üstünü, birbirine kavuşan dallar kapattığı için, oranın adı Gölgesigüzel’dir. Anamın sözünü dinlememiş ırmağa girmiş, boğulmaktan zor kurtulmuştum. Anam dövmemiş, “Bu sana us pahası olsun.” demişti. Akıl sözcüğünün us olarak Türkçeleştirildiğini, yıllar sonra öğrenecektim. Yeri ışıklı olası Hatice Hanımın, en ağır sözü: “İşten alçak, itten alçak”tı. Okumasız yazmasız anacığımın sözü; “Üretmeden yemek ahlaksızlıktır”ın başka bir deyişi değil midir? Türkçemin eytişimciliğini (diyalektik) ve yaşama bakış felsefesini kanıtlamıyor mu?
Dil sezgimin nereden yeşerdiğini merak ettim: 1224’te Boğalı Dağlarının eteğine konuşlanan Türkmen oymağının kurduğu köyümün yer adlarını araştırdım. İki yüzden çok adlandırmanın tümü Türkçe: Durum betimlemesi, işleve bağlı, konum ve olgulara bağlı, Türkçenin işletilişine uygun.
Ana baba dilinden kopmak; kökeninden kopmak, ulusal kimliğinden yozumaktır.
Osman Bolulu / Bizim Anadolu / Ağustos-Eylül 2016
Paylaşın, dostlarınızın da haberi olsun…