Ortak Paydamız Türkçe
Ülkemizde -büyüklü küçüklü- 26 dilin varlığından söz edilir.
Bunların ne kadar kişi tarafından, nerelerde konuşulduğu, çağımızın duygu ve düşüncelerini ifadeye yetip yetmediği, bilim kavramlarını karşılamaya elverişli olup olmadığı konusunda bir araştırma yapılmamıştır. Varlığından söz edilen bu dillerden -Türkçe dışında- herhangi birisiyle yaratılmış üstün bir sanat yapıtına ya da bilimsel ürüne tanık olmuş değiliz. Ya da ben görmedim. Anlaşılıyor ki sözü edilen diller, çevrelerindeki insanların yerel/günlük gereksinimlerini karşılamada kullanılıyor. Bunların, şimdiki işlenmemiş durumlarıyla bilim ve teknoloji çağının kavramlarını dillendirmeye yeterli olduğu ileri sürülemez. Devlet dili olamamış, yazılı anlatıma geçememiş dilleri, yerel kültürün birer rengi, genel kültürün mozaiklerinden biri olarak kabul edebiliriz ancak. Bu yargıyla, Anadolu’daki öteki dilleri ya da onları kullananları önemsemediğim, küçümsediğim sanılmasın. İnsanın anasından öğrendiği ilk dilin, doğal tepkileri yansıtmada önemi olduğunu biliyorum. Fakat Anadolu’daki kültürel, siyasal bütünlüğün Türkçeyle korunacağına, bilimin Türkçeyle yakalanabileceğine değinmek istiyorum.
Bir dilin bilimi yakalayabilmesi için yazıya geçmesi, devlet dili olması gerekir önce. Devlet dili olabilen diller, bir yerde zorunluluktur. O coğrafyada, o toplumsal örgütte yaşayan insanlar, aynı kavramlar için aynı sözcükleri kullanacaklarından aralarındaki bağ, yeniden daha güçlenecektir, dilde bütünleşeceklerdir. Anadolu’da devlet dili olarak yüzyıllardan beri Türkçeyi görüyoruz, yaşıyoruz. Türkçeyle çeşitli etnik yapıların birbirine kenetlendiğine tanık oluyoruz.
Aynı coğrafyanın, ortak kültür özelliklerinin, yaşam biçimlerinin dayatması, devlet dili olan Türkçeyle bütünleşmeyi, daha da kolaylaştırmış, perçinlemiştir. Türkçeyle Anadolu’da yeni bir kimlik yaratılmıştır. Duygular, düşünceler Türkçenin bağlarıyla örülmüş; dil, etnik kökene göre önalmıştır.
Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce de varsıl ve sözlü dili vardı (732, Orhun Anıtları). Yazıyı ise, en az 1500-2000 yıldır kullandıklarına tarih tanıktır. Yazılı dil ise edebiyattır, sanatsal anlatımdır. Edebiyat dili, sanatsal anlatım, ulus yaratmanın temel taşıdır. İlkel gereksinimleri karşılayan günlük dilin çok üstündedir. Kullananı (anlayanı), soyut düşünmeye götürür, duygu ve düşünce dünyasını genişletir. Yeni bir duygu, düşünce yolu açar. Aynı duyguların, düşüncelerin ortak paydasında buluşan topluluklar, ulus olma düzeyine ulaşır. Sevinçlerini, tasalarını paylaşır. Aralarındaki duygu, düşünce titremi aynıdır artık. Tarihin dibini karıştırırsak, aynı etnik kökenden gelenlerin, dillerini unuttukları için ayrı düşündüklerini, kimliklerini yitirdiklerini, hatta aynı soyun birbirine düşman olduğunu görürüz.
Yazılı dil, kültür dilidir. Yazılı dille soyut düşünmeye başlayan topluluklar, bilim katına çıkar. (Çünkü bilim, soyut düşünebilmeye dayanır.) Çevresini değiştirmeye, kendisini ezen doğayı egemenliği altına almaya başlar. Kültürel ve bilimsel erk kazanır. Bu erkle siyasal bağımsızlığına ulaşır. Sadece birtakım görenek ve gelenekle kenetlenmiş bir grup olmaktan çıkıp kültürde birleşmiş, tasada ve kıvançtaki paydasını ortaklaştırmış ekonomik/siyasal bir bütünlüğe erişir. İşte o zaman öbür uluslar arasında saygın bir yer kazanır, varlığını kabul ettirir.
Türkçenin 732’lerde, üzerinde soyut kavramları karşılayan sözcükler bulunan yazılı bir anıt diktiğini, tarihin hiçbir döneminde, uzun süre, devletsiz kalmadığını, varsıl sözlü kültürü/dili sürdürüp getirdiğini, Osmanlının bir zamanlar kullandığı karma dilden çok önceleri (Kaşgarlı Mahmut), Türkçe üzerinde inceleme ve değerlendirmeler yapıldığını gözönünde tutarsak, bir dilin, öyle birden bire kültür dili, yazı dili, devlet dili katına yücelmesi, kendisini kullananların bütün dilsel gereksinimlerini karşılaması, hele onu kullananları dünyayla bütünleştirmesi, kolay bir süreç değildir.
Kaldı ki, uzun süre ihmal edilen Türkçe, 1900’lerden beri kendisine dönmeye, ulusun bütün duygu ve düşüncelerini eksiksiz karşılamaya, bilimsel, felsefî kavramları ifadeye çalıştığı halde, istediğimiz düzeye tam olarak ulaşamamıştır. Ama dünyadaki dillerin evrimine, geri kalmış ulusların kendi benliklerini yaratmadaki çabalarına bakar ve onların bu yoldaki edimleriyle Türkçeyi karşılaştırırsak; Türkçenin ivmesi, (1932’de başlayan dil devrimi) az zamanda dünya bilim ve sanat katında yerini alması; onur duyulacak, imrenilecek bir gelişmedir. Şimdi buradan geriye dönüş, Anadolu üstünde yüzyılların oluşturduğu bütünlüğü çözmektir, bütün etnik grupları, ilkel karanlığına itelemektir.
Anadolu, tarihin önemli bir köprüsüdür. Buradan birçok soy gelip geçmiştir. Anadolu, binlerce olayın geçiş alanıdır. Birçok kültürün kesişim/bileşim noktasıdır.
Coğrafyasının yarattığı bir alaşımdır Anadolu. Üstündeki insanlar, yaşamın dayatmasıyla -genel benzerlik içinde- yeni bir yapı oluşturmuşlardır. Bu yapıda çeşitli dillerin etki ve izleri vardır; Anadolu coğrafyasında, kültüründe, insanında. Bunların tümünü silip atmak, olası değildir. Ve de gereksizdir, anlamsızdır. Bu açıdan bakınca, yeryüzünde, bütünüyle -katkısız- aynı kökenden sürüp gelmiş tek dil bulamazsınız.
Türkçede, öz Türkçe kökenden gelmeyen birçok sözcük bulabilirsiniz. Bunların pek çoğunu değiştirmek, arılaştırmak olası değildir. Ancak Türkçe, yabancı kökenli sözcüklerin birçoğunu, kendi yapısı, kendi mantığı içinde eritebilmiş, benliğine sindirebilmiştir. Örnekse ilgeçlerin hemen hepsi, Türkçe kökenden gelmediği halde, Türkçe içinde öylesine evrilmişlerdir ki, dilimize ince anlam ayırtıları katarak, onun ayrılmaz öğeleri olmuşlardır.
Bir dilin aynı kökenden gelmiş sözcükler dizgesinden oluşması, çok istenen bir durumdur. Ancak bugünkü teknoloji ve etkileşim çağında, bunun pek kolay olmadığını kabul etmek zorundayız. Bana göre yabancı kökenli sözcük; girdiği dilin ses yapısına, dil sezgisine, zevkine aykırı düşmüyorsa; o dilin kurallarına göre çekimlenebiliyorsa, türetmeye elverişliyse; onunla sözcük salkımı, kavram dizini oluşturabiliyorsa; o sözcük, artık girdiği dilin malı olmuştur. Böylesi fazla korkulacak bir şey değildir. Fazla kurcalamak, oturmuş yapısını bozar dilin.
Bununla birlikte ulusal kültürün (duygunun, düşüncenin) canlı örgütü olan dil; sıkıştığı anda kolaycılığa kaçamaz, hemen yabancı dillerden aktarma yapamaz. Osmanlıcayla ulusal benliğimizden ne kadar uzaklaştığımızı, bilime ırak düştüğümüzü, kendi duygu ve düşüncelerimizi yansıtan bir edebiyat yaratamadığımızı, görmedik mi, yaşamadık mı?.. Dillerin ulusal kimlik belgeleri olduğunu (F.H. Dağlarca) kavrayalı beri, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun, yazarlarımızın, düşünürlerimizin çabasıyla 1930’larda yüzde 65’i yabancı olan dilimizden, yüzde 80’i aynı kökene dayanan ulusal bir dil, dünyaya açılan bir edebiyat yarattık. Ama şimdilerde, yeniden bir ters dalgaya düştük: Hiç irdelemeden Batı dillerinden sözcük aktarıyoruz. Sakınmadan televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, edebiyatta, bilimde kullanıyoruz. Birkaç sözcüğü aktarmakla Batıyla bütünleşeceğimiz sanısına kapılmışız. Türkçede dil tıkanmasına neden olduğumuzun ayırdında değiliz. Böylesi de, ulusal kimliğimize zarar verir; Anadolu üstündeki yerel dilleri öne çıkarma çabası kadar sakıncalıdır.
Açıklamaya çalıştığım gerçeklerin ve görüşlerin ışığında Anadolu’daki dilleri; bilimin ve aklın terazisine koyarsak, Türkçeden başkasının, bugünün iletişim/bilim gereklerine yetmediğini; şu anda onlarla bilimsel, felsefî anlatıma gidilemeyeceğini, sanatsal anlatımın yakalanamayacağını görürüz. Öte yandan anasından aldığı ilk dil hangisi olursa olsun, Anadolu insanının ortak anlaşma aracının Türkçe olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu, yaşanan bir gerçektir. Anadolu’daki ekonomik ve siyasal birliğin tutkalı Türkçedir. Küçük duyguların ardına düşerek Türkçeyi dışlamaya çalışmak, hepimizi ayrılıkların karanlığına götürür. Bugünkü yapımızı arar duruma düşeriz.
Osman Bolulu / Ana Sütüm Benim Türkçe
http://www.osmanbolulu.com.tr/
Bizim Anadolu / Temmuz 2016
Paylaşın, dostlarınızın da haberi olsun…