Press "Enter" to skip to content

Nerede O Eski Bayramlar!

Nerede O Eski Bayramlar!

Ah, nerede o ramazanlar, nerede o eski bayramlar!

 

 

 

 

 

 

ÖMER F. ÖZEN

Şimdilerde toplumsal paylaşım ortamlarında sık sık sözü edildiği gibi hep eskiye bir özlem var.

Bizim ülkenin siyasi konumundan ötürü aşağı yukarı 20 yıllık ‘sert değişimiyle’ ilgili olduğu kadar, evrenin hemen her yöresinde de olagelen ve belirli bir yaşın üzerindeki kişioğlu ve kızlarının geçmiş yıllara yönelik özlemleri biçiminde kendini gösteriyor.

Gerçekte, ‘ah neydi, ne güzeldi o eski günler’ dediğimizde, genelde çocukluğumuzdan söz ederiz.

Varlıklı ya da yoksul, bu pek fark etmez…

Şimdiki çocuklar ileride neyi anımsayıp neyi anlatacaklar bilmiyorum ama, onlar da kendi çocukluklarını ‘ah neydi o günler, ne güzeldi o günler’ diye anlatacaklardır elbette.

 

O eski Ramazanlar, bayramlar…

 

Eski Ramazanlar, Eski Bayramlar…

 

Bir de bu yazının konusu olan, şu ‘eski ramazanlar, eski bayramlar’ konusu var…

Eski ramazanlar, eski bayramlar konusu daha çok radyo – televizyonların yoğun olarak evlerimize girdiği 60’ların sonu ve 70’lerle başladı.

Ramazan aylarında ve dinsel bayramlar için hazırlanan izlencelerde hep geçmişte neler olduğundan söz edilirdi.

 

İstanbul’un Şehzadebaşı semtindeki Direklerarası kentin eğlence kültür merkeziydi.

 

Bunların odak noktası da elbette 19. yüzyıl boyunca yaşanan ve 20. yüzyıl başlarına kadar İstanbul Şehzadebaşı’nda bulunan dönemin eğlence ve kültür merkezi ‘Direklerarası’* olurdu.

Direklerarası’nda bulunan o zamanın gösteri, müzik ortamları, kahve ve çayevleri İstanbul gecelerini ‘sahur’a kadar diri tutardı.

 

Paşa konaklarında da Ramazan gecelerinde değişik eğlenceler düzenlenirdi.

 

Paşa konaklarının eğlencelerini de unutmayalım elbette…

 

Geceleri mahallede konu komşu bir araya gelir, bir kahvede, bir evin geniş avlusunda ya da bir arsada kurulan Karagöz-Hacivat gösterileri, bugün adına Frenkçe ‘monolog’ ya da ‘stand-up’ dediğimiz taklitlerle öykü anlatan ‘Meddah’ların gösterileri yer alırdı.

 

Kahvehanelerde Karagöz perdeleri kurulurdu.

 

Diyeceğim; özellikle 70’lerde radyo-televizyonlarda sözü edilen o ‘eski ramazan ve bayram sohbetleri’ bu sözünü ettiğim İstanbul’daki Osmanlı’nın son döneminin eğlence yaşamını yansıtırdı.

 

Bir de kuşkusuz ‘ramazan davulcusu’ bu radyo-televizyon izlencelerinin olmazsa olmazlarından olurdu.

 

Ramazan davulcusu.

 

Dönemin koşullarından doğan ve yurttaşları ‘sahur’a uyandırmak için başvurulan yöntemlerden olan ‘ramazan davulcusu’ olgusuna, bugün ‘dinsel bir gereksinme’ olarak ne yazık ki sömürülerek hâlâ devam ediliyor. Bugünkü teknolojik gelişmeler ışığında, saat, alarm düzeneklerinin her türlüsü varken artık bunun gereği var mı görüşlerine, ‘yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu yurdumuzda’ diye başlayan laf ebelikleriyle hemen karşı çıkanlar olur…

 

Bilir misiniz ki, bir din devleti olan İran’da böyle bir uygulama olmadığı gibi, minarelerden ezan bile okunmaz… Ama bizde hastası, çocuğu, yaşlısı önemsenmeden gecenin bir saatinde davullar vurulur, biribirine yakın minarelerden çoğu bet sesli kişilerce okunan ezan sesleri topluma işkence edercesine dinletilir…

 

Anlaşılan Azerbaycan’da da böyle bir uygulama yok ki, orada bir süre yaşamış, biraz da dokundurmak için olacak, ülkeye dönerken sözü, burada dine önem verilmiyor, anlamına getirircesine, ‘Allahıma çok şükür ki nihayet ülkeme dönüyorum, burada ezan yok, ezan duymayı çok özledim’ diyen ‘dini bütün’ bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, toplumsal paylaşım ortamında Azerbaycanlı bir kızımızca yanıtını en acı biçimde alıyordu: ‘Hee, melmeketiyizde arşa çıkan çocuğa tecavüze, kadına şiddete, kadın öldürmelerine sesinizi çıharmasız, ama sizin ezanınız var; ve bizde ezan olmadığı üçün bizi dinsiz sayarsız… Hadi babam hadi, güle güle, güle güle…’

 

Ankara’da bir bayram yeri…

 

 

Neyse, ne diyordum?

Osmanlı’nın son zamanlarından bir bayram yeri.

 

Sözü edilen ‘eski’nin ‘ramazan’ ve ‘bayramları’ daha çok İstanbul’u yansıtırdı.

 

Ramazan ve bayram gelenekleri çocukların anlaklarında (zihinlerinde) önemli bir yer tutar.

 

İlk oruç tutmalar, iftar sofralarının hazırlanması, bayram hazırlıkları, bayramlardaki ziyaret ve eğlence yerleri… çocuklar için önemli dönemlerdir. Özlenen o çağlardır.

 

Örneğin ben anne-babamdan ‘eski ramazan ve bayramlar’ diye bir şey hiç duymadım.

 

Suruç ve Urfa, İstanbul gibi değil elbette.

 

Anadolu ya da Trakya’nın başka yerlerinde farklı biçimde gelişir kuşkusuz.

 

Ama Suruç/Urfa’da Ramazan gecelerinde özellikle kış aylarına gelmişse, ekmekçi Adile’nin masalları, evde hazırlanan bir tür çörek sayılan tatlı ve tuzlu külünçe, ve peksimetlerin pişirilmek üzere fırına götürülmesi, teravih namazından sonra gidip fırından alınması, sıra çok olduğu için çoğu kez sahur zamanına kadar fırında kalınması benim anımsadıklarımdır…

 

Urfa’da külünçe ve peksimet Ramazanların vazgeçilmeziydi…

 

Bayramlar ise, bayram namazından sonra edilen kahvaltı ve sonrasında bayramlıkların giyilmesi, evde bayramlaştıktan sonra önce çocuklar olarak aile büyüklerinin ziyareti, gömütlük (kabir) ziyareti… Sonrasında da büyüklerden alınan bayram paralarının harcanmasına sıra gelirdi.

 

Bayramda erkek çocuklar mantar tabancalarına ve çatapatlara para harcardı.

 

Erkek çocuklar ‘pata, patpat ya da mantar tabancası’, ‘çatapat’lara para verirken, bakın anımsamıyorum, kızlar nasıl harcarlardı paralarını, bilmiyorum… Herhalde pamuk şeker, renk renk macun, rüzgâr gülü gibi nenler alırlardı…

 

Eskinin çocukları azla yetinmesini bilirlerdi. Bayram yerlerinde ‘leyliler’, tahta salıncaklar olurdu.

 

Bir de bizim çocukluğumuzda, en azından Suruç’ta şimdi ‘luna park’ olarak bilinen ‘bayram yerleri’ öyle meydanlarda kurulmazdı. Urfa’da Balıklı Göl’ün önündeki boş alanda (şimdi yok) bayramlarda salıncaklar falan kurulurdu da, Suruç’ta (büyük olasılıkla Urfa’da da) ‘leyli evleri’ vardı. Leyli, yörede salıncağa verilen ad.

 

Bayram yerleri bir başkaydı…

 

Çocuklar ‘leyli evleri’ne gider, orada salıncaklara binerlerdi. Ama özellikle kadınlar kaç-göç olduğu için akşamları o ‘leyli evleri’ne gider bir kolon, iki kolon atar, salıncaklarda uçarlardı. Kadınlar dediğim, elbette bugünün 20’li yaşlardaki genç kızları. Zaten 30’unu geçmişse, artık ‘ağırbaşlı’ olmak durumundaydı kadınlar…

🙂

 

Kilis’te çocuklara eski bayramların coşkusu yaratıldı.

 

Çocukluğumdan anımsadığım; ablamın bir akşam beni götürmüş olduğu ‘leyli evi’nde adına biçiminden ötürü ‘tabut’** denilen uzun bir salıncakta kendisi arkadaşıyla bir o yana bir bu yana savrulurken, ben dört yaşında bir çocuk olarak, o ‘tabut’un ucuna tutunmuş, düşmemek için gıkımı bile çıkaramadığımdır…

 

Bilmem, sizi o eski günlere, çocukluğunuza götürebildim mi?

 

Ah o eski ramazanlar, ahh o eski bayramlar!

 

İyi bayramlar olsun efendim!..

 

* Direklerarası adını, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kurmuş olduğu külliyeye gelir getirmek amacıyla yaptırmış olduğu çarşının ve buradaki dükkânların önüne diktirdiği sütunlardan alır. Daha sonra buradaki kahve ve çayevlerinden başlayan eğlence, kültür etkinlikleri dolayısıyla, o dönemde eğlence-kültür ortamına kavram olmuştur. Daha yakın zamanlardaki Batıllık özentisi ve özellikle I. Dünya Savaşı sonrası Mütareke döneminde eğlence/gösteri merkezinin Beyoğlu’na kayması sonucu önemini yitirmiştir.

 

** Tabut derken, görünümü bugünün kapaklı tabutları anlaşılmasın. Dikdörtgen biçiminde uzun ve kalın tahtalardan oluşturulmuş, iki kişinin karşılıklı zorlu bir çabayla sallayabildiği salıncaklardı. Diğer salıncaklar gibi uzun ipli olup yükseğe uçulmazdı bu salıncaklarla.

 

 

o.ozen@bizimanadolu.com

 

Tüm Yazıları»

 

Ömer F. Özen / Bizim Anadolu / 24 Mayıs 2020

 

Şu haber ve yazılarla da ilgilenebilirsiniz:

 

    Share with your friends / Partagez avec vos amiEs / Dostlarınızla paylaşın...