Press "Enter" to skip to content

Kaçıp gitmek mi, kalıp mücadele etmek mi?

Kanada’ya göç etmeye karar verdiğimizde “Türkiye’de seni rahatsız eden şeyleri düzeltmek için kalıp mücadele etmek yerine neden kaçıp gidiyorsun?” diye soranlar oluyordu.

Hakkını vermek gerekir ki, “kalıp mücadele etmek yerine kaçıp gidenlere yönelik” eleştiri haklı ve yerinde bir eleştiridir. Bununla birlikte insanların artık bizi eleştirmek bir yana “sakın dönme, keşke biz de gelebilsek” demeye başladıklarını da üzülerek ama hak vererek görüyoruz. (Buna neden olanlar, neden olanları destekleyenler ve neden olanlara karşı duramayanlar kendileriyle ne kadar gurur duysalar azdır!)

Kalıp düzeltseymişiz. Olur, kolaydı.

Neyi düzelteceksin? Siyasi iktidarı mı, muhalefeti mi, basını mı, üniversiteleri mi? Hadi koca koca kurumlardan geçtik, sadece kırmızı ışık yeşile döner dönmez nano-saniye içinde kornasına asılanları veya her gördüğü yayaya ‘binmek ister misin’ demek için kornasına üçlü çektiren taksici / dolmuşçu esnafını bile düzeltebilmek mümkünmüş gibi.

Gerçi bizim geldiğimiz zamanlarda memleket sorunları bugünden farklıydı. Evet, yere tükürenlere, çöpünü parklara ve sokaklara atanlara, yüzüne kapanmasın diye tuttuğunuz kapıyı elinizden almak bir yana, bir teşekkür etmeden, gülümsemeden, hatta yüzünüze bile bakmadan, tuttuğunuz kapıdan sıyrılıp geçip giden saygısızlara o zaman da gıcık kapıyor; kendileri kışın sıcacık veya yazın serin araçlarının direksiyonlarında rahat rahat otururlarken, yollarda soğukta, sıcakta karşıdan karşıya geçmek için bekleşen yayalara bile yol vermeyen, hatta kör gözüm parmağına kırmızı ışıkta tam da yaya geçidinin üzerinde duran sürü’cülere kıl oluyorduk. Elbette koskoca bir güruhu düzeltmek için bugün olduğu gibi o zamanlarda da elimizden pek bir şey gelemiyordu. (Askeri birliklerimiz dışında.)

O kadar çok ve saldırgandılar ki…

Ama o yıllarda Türkiye’de fikir ve eleştiri yaptığımızda özgürlüğümüz tehlikede değildi. Kumpas davalarla henüz tanışmamıştık. İstanbul dukalığı vardı ama ballı kaymaklı ihaleleri alan oligarklarımız daha türememişti. Zengin değildik ama aç ve açık da değildik.

Vesayet bir kişinin eline verilmemişti

O zamanlar Türkiye’de çağdaş yaşam, demokrasi ve ülkenin bekası tehdit altında değildi. Kendi adıma konuşayım, tehdit altında olsa zaten gitmezdim. Atatürk Türkiye’sinde yaşadığım için gururlu ve mutluydum. Laik çağdaş Atatürk Türkiye’si olmasaydı zaten Türkiye’de yaşamazdım.

Üstelik o günlerde Türkiye’deki demokrasi, temel hak ve özgürlükler bugüne oranla çok daha iyi idi. Gerçi o zaman da politikacılar yaşlı yaşlı erkeklerdi ama, “öyle ya da böyle” bir kadın başbakanımız bile olmuştu. Vesayet bir kurumdan alınıp bir kişinin eline verilmemişti. O yıllarda ülkemizde tam demokrasi yoktu ama risk altında da değildi. Rejim değişmemişti. İkinci cumhuriyetçiler ciddiye alınmıyordu.

Demokratik yoldan seçilmişler bir yana, darbecilikten gelenler bile çağdaş demokratik ülkelere davet ediliyor, devlet başkanı ziyarete gittiği ülkelerde kapılarda karşılanıyor, bekleme odalarında kronometre tutularak bekletilmiyordu.

Gücün karşısında cübbelerini kavuşturanlar o zaman da vardı ama cübbelerinde düğme ve ilik arayan cinsleri henüz türememişti.

Özetle 20nci yüzyılın sonunda göç ederken bizi Türkiye’den kaçıracak dişe dokunur bir şey yoktu. Biz ülkemizden kaçıp gitmedik.

Bugünkülerden farklıydı peşinde koştuğumuz. Bir bakıma serüvendi. Başka ve bizimkinden değişik bir diyarda, bilmediğimiz bir hayatı denemekti. Başka bir düzlemde başka bir dünyada yaşamaktı. Can Baba’nın dediği gibi başka türlü bir şeydi bizim istediğimiz.

“Başka türlü bir şey benim istediğim
Ne ağaca benzer ne de buluta
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava”
(Can Yücel)

Diyorum ki keşke…

Diyorum ki, keşke Türkiye’nin nüfusu şimdikinden on, hatta on beş milyon kişi daha az olsaydı da o milyonlar Amerika’da, Kanada’da yaşıyor olsalardı. Çok daha fazla Ahmet Ertegün’ler, Doktor Öz’ler, Aziz Sancar’lar, Hamdi Ulukaya’lar olsaydı dünyada.

Türkler Avrupa’da olduğu gibi ABD ve diğer ülkelerdeki parlamentolarda da yer alsalardı. Bilim, sanat ve spor alanlarında dünya standartlarında başarılara imza atsalardı. Sonra da maddi manevi güç, statü ve saygınlıklarıyla anavatanın haklarını savunabilselerdi. Diğer diasporalar gibi hem burada hem de anavatanda baskı kümeleri oluşturabilselerdi. Çağdaşlaşması ve demokratikleşmesi için ülkelerine dolaylı dolaysız yardımcı olabilselerdi. (Yurtdışındaki Türkleri düşününce kendim bile güldüm yazdığıma.)

Gidenleri eleştirmek yerine…

Biliyor musunuz, aslında her şeye ille de ülkenin çıkarı açısından bakmak gerekmiyor. Herkesin ülke ve halkına zarar vermedikçe elbette hayatını istediği şekilde belirlemeye ve yaşamaya hakkı vardır. Kötülük ve çirkinliklerle mücadele etmek gidenlerin değil, kalanların gitmeyip mücadele etmek yerine duruma seyirci kalmalarıdır.

Gidenleri eleştirmek yerine sadece ülkeye kötülük etmeseler, o bile yeter…

yalcindiker@gmail.com

Tüm Yazıları»

Yalçın Diker / Diaspora / Bizim Anadolu / 1 Nisan 2022

    Share with your friends / Partagez avec vos amiEs / Dostlarınızla paylaşın...