Press "Enter" to skip to content

Kaç Yanlış Bir Doğru Eder?

Kaç Yanlış Bir Doğru Eder?

Bu yazının uzun olacağını sanıyorum. Ne kadar olursa, bilgisayarın düğmeleri bizi nereye dek götürürse artık…

 

 

 

 

Arada günlük yazı yazanları kıskanıyorum; nasıl böyle ‘oturaklı’ yazılar yazıyorlar diye…

Hiçbir şeyi de atlamazlar…

Bende mi bir eksiklik var, diye kendime sorarım hep…

Hayır; genel bir eksikliğim olduğunu bilirim de, günlük yazı yazmamamın en önemli nedeni, kimseye haksızlık etmemek, olabildiğince çok yanlı bilgileri toplayıp doğru çıkarımlar yapmaya çalışmak ve kuşkusuz kışkırtmalardan, oynanan oyunlara düşmekten uzak durma kaygısından kaynaklanır bu yaklaşımım.

***

 

Bugün kendine gazeteci diyen bazılarını gördükçe…

 

Aşağı yukarı bir yirmi yıldır kendilerine ‘gazeteci’ diyen o kadar kişi çıktı ki, Türkçe ve dilbilgisi öğretmenleri olsam hepsini sınıfta bırakır, ilkokula yeniden başlatırdım.

Bir gazetenin başında biri olarak da olayları doğru inceleyemedikleri için hiçbir zaman yazı yazdırmazdım.

Olaylara yaklaşım ve düşünce bildirmelerden söz etmiyorum; elbette ki herkesin kendine özgü siyasal, toplumsal, sanatsal görüş ve değerlendirmeleri olabilir. Doğaldır ve saygı duyulur.

Ancak bir yayın organında okura, toplum bireylerine saygı duyulması gerekir. Toplumu doğru bilgilendirmek ve onlara olabildiğince olaylar içinde söylenmeyenleri göstermesi gerekir. Gazetecinin böyle bir sorumluluğu vardır.

Benim böyle bir saygım var topluma karşı.

Yetiştiğim dönemde okuruna karşı dürüst, ahlaklı ve saygılı gazeteci ve yazarlardan böyle öğrendim; olabildiğince yanlışa düşmeden bu geleneği sürdürmeye çaba gösteriyorum…

***

 

Başka bir gerçek de, günümüz ortamında haberlerin hızlı yayılması ve sağlaması gerektiği gibi yapılamadığı için çok sık yanılgıya düşüldüğüdür…

Özellikle bilgisunar ortamında yayılan haber ve paylaşımlara çok dikkat etmeliyiz.

Hangisi sağlıklı, hangisi kamuoyunu yanıltmak için yayılıyor, hangisi kışkırtma amaçlı… Çok titiz olmalı. O paylaşımdan ya da o yayından edinilmiş bilgiyle hemen kanaat getirip düşünce yaratmak ve hepsi gerçekmiş gibi yaymak çok tehlikeledir…

Kışkırtıcılara birer araç-gereç olmanız işten bile değildir…

 

***

 

Öfke baldan tatlıdır

 

Öfke baldan tatlıdır derler. Devinimin açkısıdır.

Ancak o öfkeyi nefrete dönüştürmeden, ilk andaki ilkel yanlarımızı törpüleyerek öfkemizi doğru yere yönlendirirsek o balın tadına varırız.

Yoksa ilk andaki tattan sonra, sonrasını öngöremediğimizden ağzımızda kekremsi, daha da korkuncu, acı bir tat kalması çok olası bir durumdur.

 

***

 

Batılılarla aramızdaki en büyük ayrım, onların akılcı, dolayısıyla bir işe başlarken konunun yakın-uzak çevresine etkilerini inceleyerek uzun soluklu tasarılarla işe başlamaları; bizimse daha çok duygusal ve yarını düşünmeden günü kurtaran, çoğu kez anlık heyecanlarla iş kotarmamızdır.

O nedenle onlar bilimde, sanatta, toplumsal hizmette sürekli ileri gidip yeni yeni buluşlar yaparken, biz birbirimizi yemekten burnumuzun ucunu göremez olur ve hep yitiren yanda oluruz.

 

***

 

Ankara’daki patlama

 

Dünden beri Ankara’da gerçekleştirilen ‘Barış Toplantısı’na bombalı saldırının ardından basın-yayın ve toplumsal paylaşım ortamlarında konuşulanlara bakıyorum; öfke ve nefretten başka bir şey göremiyorum…

Acımız gerçekten büyük. Bu yadsınamaz.

Türkiye tarihinin yaşamış olduğu en büyük ve en çok ölümlü olayından söz ediliyor.

Tepkilerin, duyulan öfkelerin hepsi haklı…

‘Ama’sız, ‘fakat’sız tepki gösterilmeli…

Ancak bu tür anlarda çok özen gösterilmesi gereken bitakım olgular vardır. Ortam tam da emperyallerin istediği her tür kışkırtmaya açık olduğundan, öfkeyi nereye yönlendirmemiz gerektiğini unutmamamız yerinde olur.

Özellikle siyasi kimlik taşıyan, kitleleri ardında sürükleyenler, kamuoyunda kendilerine bir biçimde güvenilmiş basın-yayında yer alan görüş, düşünce sahibi kişiler daha geniş bir açıdan olaylara bakıp tepkilerini o biçimde göstermeliler.

Gerçekler saklanmalı mı?

Hayır…

Basın-yayının, gazetecinin görevi kamuoyunu doğru bilgilendirmektir. Bu hem görev hem sorumluluktur.

Bir futbol takımı tutar gibi ‘inadına, inadına’ söylemleri doğrularla yanlışları karıştırmaktan başka hiçbir şeye yaramaz…

 

 

***

 

Dün Ne Yaşandı?

 

Önce dünden beri elde ettiğimiz bazı bilgileri alt alta sıralamaya çalışalım…

Ne olmuştur?

Günler öncesinden örgütlenerek, Valiliğin de izniyle birçok sivil toplum kuruluşunun bir araya geldiği bir gösteri düzenlenmiş; daha gösterinin sorumlu kuruluşlarının önder kesimleri yerlerini almadan art arda iki bomba patlatılmış ve ülkemiz 97 canını yitirmiş, üstümüze kara bulutlar çökmüş…

‘Gösteri izinli olmasaydı, ölümler haklı mı sayılacaktı’ gibi laf ebelikleri (polemik) konuyu bilinçli bir biçimde saptırmak değilse, bilisizlikten kaynaklanan söylemlerdir.

İzinli gösteri denmesinin amacı, bir gerçeği ortaya koymaktır. Valiliğin vermiş olduğu bu denli geniş katılımlı bir gösteri izni için ‘her tür önlemin alınmış olması’ varsayımıdır.

Halk TeVe’de bir söyleşiye katılan DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, gösteriyle ilgili güvenlik birimleriyle, valilikle defalarca toplantı yaptıklarını açıkladı.

Bu ne demektir? Bu, bu geniş katılımlı toplantının güvenliğinin en iyi biçimde sağlanmış olması gerektiğini bize anımsatır.

Ancak edinilen bilgilere göre, görgü tanıklarının anlatımlarına göre alanda hiçbir devlet güvenlik görevlisi yer almamıştır.

En küçük bir gösteride alana girişler devlet güvenlik birimlerince sıkı aramadan sonra izin verilirken, bu gösteride yapılmamıştır.

Bugün, (11 Ekim 2015) yayınlanan bazı haber ve fotoğraflarda ‘gösteri sorumlularının detektörlerle denetimleri kendilerinin yaptığı’ görülmektedir…

Bu büyük bir soru imidir…

Bu tür düzenlemelerde kesinlikle, ama kesinlikle olası bir sağlık sorunu için gösteri alanına yakın birçok cankurtaran hazır bulundurulur…

Dünden beri söylenen, cankurtaranların en erken yirmi dakika sonra geldiği; dahası, cankurtaranlardan önce polislerin varıp ölü ve yaralıların olduğu alana biber gazı ve basınçlı su sıktığıdır.

Bu büyük bir çelişkidir…

Devletin en önemli görevi böyle anlarda yurttaşların can ve malını korumak, güvenliğe almak, olay alanını kimseye zarar vermeden boşaltıp hem can kurtarmak hem de olayı aydınlatmak için kanıtları sağlıklı biçimde toplamaktır.

Söylenen, tam tersi, polislerin cankurtaranların olay yerine ulaşmalarını engellediğidir…

Bu da ayrı bir yaman çelişkidir…

Yıllardır terör üstüne yazı yazan gazeteci Mehmet Faraç’ın bitakım tespitleri vardır.

Faraç, toplumsal paylaşım ortamı cıvıltıda (twitter) patlamadan yaklaşık 10-11 saat önce böyle bir patlamanın olacağını bildiren bir bilgi yayınlandığını ortaya çıkarmıştır.

Yine aşağı yukarı aynı saatlerde başka bir hesaptan böyle bir bilgi verilmiştir.

Yine Faraç’ın bildirdiğine göre, kendisinin bu bilgiyi televizyonda paylaştıktan sonra hesap yayınını durdurmuş, suskunluğa girmiş ve paylaşımlarını da özele almıştır.

İkinci hesap ise söylenene göre kendisinin iyi olduğunu ve kan vermekte olduğunu bildirdikten sonra hesabını kapattığı yolundadır.

Mehmet Faraç’ın dikkat çektiği iki olgu daha vardır; ‘olay bilinçli olarak olabildiğince çok ölüm olsun diye çalışma yapılmış ve birinci patlamadan sonra insanların hangi yöne kaçacakları hesap edilerek ikinci patlama o yanda gerçekleştirilmiştir’…

İkinci olgu ise, yine Faraç’a göre, ‘bombaların erken patlatılma olasılığı’dır.

Bombalar henüz kortejin toplanmadığı bir anda, kitlelerin dahaca toplanmaya başladığı bir zamanda patlatıldığıdır.

Faraç bu konuda şunları söylüyor: ‘Daha gösteri başlamamış, insanlar tam olarak yerini almamış, büyük olasılıkla arada bir şeyler oldu ve bombalar erken patlatıldı.’

Burada da sorulması gereken, Ankara gibi güvenliğin en üst düzeyde olması gereken bir yerde, nasıl olur da, devletin güvenlik birimleri, istihbarat örgütleri böyle bir olayı duymamışlar, önleyememişlerdir?..

O güvenlik ve istihbarat birimleri ki, günde yirmi dört saat toplumsal paylaşım ortamlarını tarayıp küçük çocukları bile ‘başbakana, cumhurbaşkanına hakaret ettiği’ gerekçesiyle belirleyip yargıya verebilmektedirler…

 

***

 

 

 

Emperyalizmin Oyunları Türlü Türlü

 

Sorular çok ve çeşitli.

7 Haziran seçimleri sonrası CİA uzmanı Henry Barkey Amerika’nın Sesi Radyosu’na şöyle konuşmuştu: ‘HDP baraj altında kalacak olursa İstanbul, Adana, Mersin gibi kentlerde büyük olaylar yaşanacak.’

Bunu kim nasıl anlar, nasıl yorumlar bilemiyorum…

 

ABD’nin bölgede büyük ölçüde parmağı olduğunu biliyoruz.

ABD, İngiltere ve genel olarak en az iki yüzyıldan beri Doğu’yu sömüren Batılı ülkelerin bir tek tasarısı olmayacağını, birçok A, B, olmazsa C, o da olmazsa D, E, F, G diye sıralayabileceğimiz türlü oyunları devreye sokacağını çok iyi biliyoruz.

Bunu da en iyi Türkler bilir; Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de neler yaptığını…

Balkanlar’daki, Kafkaslardaki katliamlar; Arapları kışkırtmaları, Ermenileri, Rumları, Kürt aşiretlerini kışkırtmaları… Yakın tarihimiz bunun acı deneyimleriyle dolu…

Yine yakın dönemde Sovyetler’in Afganistan’a girişini, Saddam’ın İran’a ve Kuveyt’e saldırısını sağlayan aynı güçler olmuştur…

Bunlar yakın tarihimizin çok, ama çok acı gerçekleridir.

Bunları masaya yatırmadan, ne 1977’nin 1 Mayıs’ı ve 12 Eylül’ü, ne 90’lı yıllardaki PKK saldırıları ve derin devletin neler yaptıkları, ne Reyhanlı, ne Uludere, ne Diyarbakır, ne Suruç katliamları anlaşılabilir, ne de dünkü Ankara…

Kuşkusuz Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Hrant Dink cinayetleri vb’leri olduğu gibi, Ergenekon türü davaları da anlamamız olanaklı değil sağlıklı bir irdeleme yapmadan…

 

***

 

 

Acıyı Bal Eyledik

 

Öfkemiz, acımız inanılmaz ölçüde büyük…

Ancak bize hep acıyı bal eylemek düşüyor.

Ama, ama gözyaşlarımızı silip öfkemizi doğru yere yönlendirmemiz gerekiyor.

Böylesine acılı bir ortamda bu kadar sakin olup kişi kızı ve oğullarını böylesine sağlıklı düşünmeye çağırmam garip karşılanabilir…

Önce, sakin değilim… dünden beri elim bir türlü bilgisayarın düğmelerine gitmiyordu.

Etten, kemikten yaratılmışım ben de sizler gibi; daha Suruç’un, daha Suruç’la birlikte düğmeye basılan ve ardı ardına gelen olaylarda yitirdiğimiz canları düşündükçe… Olay daha da içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor.

Ben de ne yazık ki (ya da iyi ki) Doğuluyum… Duygularım var…

Ancak olabildiğince soğukkanlı olup savaşımı öyle vermemiz gerekiyor.

Biliyorum, benim bu yazım, bazı köşe yazarları ve televizyon yorumcularının – yapımcılarının daha çok izlenmek için yapmış olduğu kişioğlu ve kızlarının dikkatine gelecek, onların adrenalinlerinin yükselmesini sağlayacak bir yazı değil.

Ben bilgi verip olabildiğince sağlıklı düşünmeye çağırıyorum…

 

***

 

Sorumlu Kim?

 

Neresinden bakarsanız bakın, bugünkü hükümetin ve 13 yıldan beri Türkiye’nin başına çöreklenmiş, sözde ‘demokratik seçimlerle’ yönetime gelmiş AKP’nin sorumluluğu çok büyüktür.

Ama muhalefetin de hiç mi suçu yoktur?

Yıllardır Meclis’te sağlıklı bir muhalefet yapabildiler mi?

Muhalefet sokaktaydı hep şimdi olduğu gibi, onu da şiddetle, baskıyla sindirmeye çalıştılar / çalışıyorlar.

 

***

 

Bu hükümetin 13 yıldan beri bir iyiliği oldu…

Bazı kişioğlu ve kızına dinin ne olduğunu, kimlerin gerçekte onu kendi çıkarları için kullandığını öğretti.

Gerçekte önemli bir kesim uyandı; artık kimse ‘din, Allah’ edebiyatı yaparak onları kandıramıyor.

Muhalefet partileri sadece bunun ayrımına varsa, bu hükümeti çoktan alt etmişlerdi.

Ancak Meclis’teki Muhalefet partileri AKP’nin kuyruğuna takılmış, belki bir iki oy kaparım diye ona benzemeye çalıştıkça daha da batıyorlar…

 

***

 

Bu Hükümet Neden Gitmeli?

 

Bu hükümet gitmeli…

Ne pahasına olursa olsun gitmeli…

Peki neden gitmeli?

Çünkü genel ve yerel seçim yasalarında değişiklik yaparak oy verme dağılımını değiştirdiler.

Dolayısıyla senin oturduğun yer için sen ve çevrendekiler değil, başka bölgedekiler, örneğin varoşlara yerleştirdikleri ve oylarını satın aldıkları kitleler karar veriyor.

Bu hükümet gitmeli derken;

* toplumsal barışı bozduğu için gitmeli,

* tecim (ticaret) kesiminin dürüst çalışacağına, iktidara yakın olmak için dürüstlükten ayrılmasına neden olduğu için gitmeli,

* iktidara yaranacağım diye, yalancı dindarlığa neden olduğu için gitmeli,

* yasalara uymak yerine, yerini korumak kaygısıyla, iktidara yaranmak uğruna saygınlığını yitiren bürokrata kötülük ettiği için gitmeli,

* sanatçı özgür sanatını yapmak yerine, belki iki kuruş daha kaparım diye kendinden ödün verdiğine neden olduğu için gitmeli,

* sanatçı, gazeteci, yazarın korkudan ya da yarar sağlamak için ‘otosansür’ uygulamasına neden olduğu için gitmeli,

* budunsal, kökensel, inançsal, bölgesel ayrımcılığı körüklediği için gitmeli,

* ‘sosyal devlet’ değil, ‘biat kültürü’nü yarattığı için gitmeli,

* bilim yerine kördüşünü (dogma) yöntemini körüklediği için gitmeli,

* eğitim düzenini yerle bir ettiği için gitmeli,

* bağımsız, kendi ülke çıkarlarını düşünen bir dış siyaset yerine, bağımlı ve ‘icazet’li bir dış siyaset izlediği için, bölgede ve evrende ülkenin saygınlığını yitirmesine neden olduğu için gitmeli,

* topluma büyük bir ahlak çöküntüsü yaşattığı için gitmeli;

* dolayısıyla, özellikle toplumun 13 yıldır düşünsel ve eylemsel biçimde vurulmuş olduğu prangalardan kurtulması, gerçekten kendine gelebilmesi için bu hükümet kesinlikle gitmeli…

 

***

 

 

İyi Olmayacağım!

 

Bu kadar sakin yazmaya çaba gösterdim ama…

İyi değilim, iyi olamayacağımı da biliyorum.

En iyisi ustayla baş başa bırakayım sizi; hani birileri diyordu ya, kitlesel gösterilerde, ‘siz ne dediğimi anlıyorsunuz, değil mi?’

Ben de size söyleyeyim, ne dediğimi siz anlarsınız:

 

‘Dünyanın En Tuhaf Mahluku

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
                                   — demeğe de dilim varmıyor ama —
                                kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

 

Nâzım Hikmet Ran / 1947’

 

 

Tüm Yazıları»

 

Ömer Özen / Bizim Anadolu / 11 Ekim 2015

 

Paylaşın, dostlarınızın da haberi olsun…

 

    Share with your friends / Partagez avec vos amiEs / Dostlarınızla paylaşın...