Press "Enter" to skip to content

Gönül Telimizi Titreten Olaylar

‘Tamam’ dedi. ‘Sen aradığım adamsın.’

Emekli öğretmen Hulusi Tokcan anlatıyor…

“5 yıl görev yaptığım köy ilkokulunda öyle zeki çocuklar vardı ki. Havasından mı,    suyundan mı, özellikle matematikte bazı öğrenciler pek akıllıydı. Sorduğum bir problemi, kâğıda, kaleme gerek kalmadan zihninden birkaç saniyede yapanlar vardı. Ali onlardan biriydi. Birden beşe değin öğrencimdi. Okulu bitirdi. Babasına ‘Ali’yi okutun!’ dedim. Adam hiç aldırmadı. Ben ısrar ettim: ‘Bu çocuk okur. Harcamayın’. Sonra köyden ayrılırken Ali’yle konuştum. Elimi öperken gözyaşlarımı tutamadım. Karşımda, 5 yıllık eğitimden geçtikten sonra, kısa sürede bildiklerini, öğrendiklerini unutan kırsal bölgelerin yüzbinlerce çocuğundan biri duruyordu. İçim parçalandı. Bu çocuklar toz toprak arasında tükenip gidiyorlardı. Vedalaştık. ‘Öğretmenim, seni hiç unutmayacağım’ diyordu ardarda. Okuması için öykü, şiir, romanlar armağan edip ayrıldım.

İlçe merkezine atanmıştım. Köye 6 km uzakta yeni görev yerimde göreve başlayacaktım artık. Sık sık Ali aklıma düşüyordu. Haftalık pazara gelen köylülere sordum. Ali hem koyun güdüyormuş hem de hafızlık kursuna gidiyormuş. Babası, onun devlet okullarında okumasını istemiyormuş. İçim parçalandı. Böyle zeki bir çocuk harcanıp giderse eğitimciliğim ne işe yarayacaktı? Buna göz yumacak mıydım?

Yatılı okul sınavlarında görevliydim. Pazara gelen Ali’yle karşılaştım. İyice kavrulmuş, sanki küçülmüştü. Yüzü kavlak, dudakları çatlak. Fakat gözleri parlak, ışıldak gibi… Başvurusunu yaptık. Babasına haber vermemesini söyledim. Döndü köyüne Ali.

Sınav günü ilçe merkezinin son evlerinin bittiği yerde yeni yapılan okulun duvarsız bahçesinde Ali’nin beş koyunu otluyordu. Sınav salonunda yerini aldı Ali. Fakat tedirgindi. Ben, gülümseyerek, bakışlarımla demek istiyordum ki, ‘Sen endişe etme, soruları yanıtlamana bak. Ben koyunlarını gözlüyorum’. Bir ara dışarı çıktım. Okulun hademesine durumu anlattım. Üst kat sınav salonundan baktım, o da avluda koyunlara bakıyordu. İyi ki müdürümüz anlamadı Ali’yle aramızdaki sessiz anlaşmayı. İşkillenirdi.

Sınav sonunda, soruların tümünü yanıtladığını anlattı bana. Sonra ona bir gazoz içirdim. Koyunlarını topladı, köyüne döndü. Arkasından bir süre seyrettim. Gözlerim yaşardı.

Ali sınavı başarmıştı. Yatılı okulda okuyacaktı. Hayli uzak bir kent de olsa gidecekti. Babasının karşı koymasına aldırmadan. Onu kurtarmıştım.

Ali düzenli olarak eğitimini sürdürdü. ODTÜ Makina Mühendisliği’ni bitirdi. Bir süre ABD’de kaldı. Başarılarını hep izledim gururla. Bir kamu kuruluşunda görevini yetkiyle yapıyor şimdi.

Ben ilçe merkezinden il merkezine geçtim. Görevimi 42 yıl sürdürdüm. Emekli oldum. Şimdi bana sorsalar ‘Meslek yaşamında en gurur duyduğun olay nedir?’ diye, Ali’nin okuması, okutulmasıdır derim. Şimdi 81 yaşındayım. Demek ki, öğretmen bir çoban ateşi yakmalı, gelecek gördüğü öğrencilerine çoban çeşmesinden su içirmeli. Ziyan olup yitmemeli o akıllı uslu köy çocukları. İşte ben bunun gururunu yaşıyorum.”

………………………

PTT görevlisi Ahmet Aydın anlatıyor: “Eskiden kentler arası yolcu otobüsleri Nevşehir’in içinden hareket ederdi. Ankara’ya gidiyordum. Biletimi aldım, yakındaki büfeden Cumhuriyet alıp cebime koydum. Otobüsün kalkma saatini bekliyorum. Uzaktan tanıdığım, ama adını bilmediğim bir köylü sıkıntılı sıkıntılı geziyordu. Gözü insanların yüzündeydi. Sanki, bir şey soracakmış gibi yaklaşıyor, sonra vazgeçip geri çekiliyordu. Acıdım adama.
‘Sıkıntın nedir, bana söyle!’ dedim.

Cebimdeki gazeteye dikkatle baktı, gülümsedi.

Tamam’ dedi. ‘Sen aradığım adamsın.’

Hayrola!’

Benim oğlan Ankara’da Hukuk öğrencisi. Dün telefon etti. Parasız kalmış. Bulduk buluşturduk, biraz para sağladık. Bugün PTT kapalı. Bankalar da öyle. Ancak güvendiğim biriyle gönderirsem kısa zamanda eline geçer para.’

Peki, bana nasıl güvendin?’

Cebinde Cumhuriyet var ya.’

Gözlerim yaşardı. Köyünün güvenini boşa çıkarmamalıydım. Adını, oğlunun adını, zarfın içindeki paranın tutarını bir kâğıda yazdım. Bir zarf içindeki parayı teslim aldım. Otobüs akşama doğru Ankara Kentlerarası Otobüs Terminali’ne ulaştı. Soran, meraklı gözlerle otobüsten inenlere dikkatle bakan genci gördüm. Endişeliydi. Hiç söz etmeden zarfı teslim ettim. ‘Babanın selamı var. Aman, dikkatli harca’ dedim. Bavulumu alıp yürüdüm. Bir taksiye bindim. Hukuk öğrencisi genç teşekkür bile edemedi.”

………………………..

Bozok Yaylası’nın yazarı Abbas Sayar…

Yılkı Atı önce TRT Ödülü kazandı.

Sonra filme çekildi.

Biz gazetelerin sanat sayfalarından adım adım izledik.

Sonra haber aldık ki, TRT Televizyonu bu filmi yayınlayacak.

Ak-kara tv aygıtının karşısına geçip oturduk.

Oğlum Umut daha 5 yaşında. Cankulağıyla seyrediyor.

Yılkıya bırakılan at öyküsü… Hüzünlü… Acı… İnsanoğlu zalim.

Film bitti. Umut, yan odaya geçti. Merak ettim. Vardım baktım, yatağına kapanmış, ağlıyor.

Bi avuç arpaları, yemleri yok muymuş ata verecek?’

Ağlıyor… Bizi de ağlatıyor…

……………………………..

Öğretmenim, siz benim hapislerde çürümemi önlediniz. Verin elinizi öpeyim.’

Hatırlayamadım. Ne olduydu?’

Şöyle 1971’e doğru gidin bakalım. İkimiz de otobüs garajında bekliyoruz. Yaz tatili. Siz İstanbul’a gidiyordunuz. Ben Ankara’ya. Bir küçük çanta vardı elimde. O sırada şişman, aşırı şişman bir adam geldi. O zamana kadar hiç görmemiştim. Korkutucu bir yüzü vardı. Bana dedi ki yavşak bir sesle: ‘Kardaş, otobüs almıyor valizlerimi. Siz ikisini üzerinize kaydettirirseniz, ayrıca bagaj parası vermekten kurtulurum.’ İkircikli davrandım. Yüzüme baktınız. Kaş göz işaretiyle kabul etmememi belirttiniz. Size inandım, güvendim. ‘Olmaz’ dedim. Adam bozuldu. Başka birisine verdi bavullarını. O gün akşam, radyo haberlerinde duydum. Açıkça otobüsün plakasını, nereye gittiğini açıklıyor ve diyordu ki, ‘Bugün    Kayseri-İstanbul arasında yolcu taşıyan otobüste yapılan aramada külliyetli miktarda eroin yakalandı ve 3 kişi gözaltına alındı.’ Birden sırtımdan ter boşandı. Size duyduğum minnettarlık sonsuz. O günden beri bir teşekkür edemedim. Siz benim hayatımı kurtardınız.”

…………………………

Coğrafya Öğretmeni Oruç Kaleli’nin mektubu:

Sevgili Öğretmenim, fakülte son sınıftayız. Bir ay sonra mezun olacağız. Serin bir akşam. Dersler bitti. Arkadaşlar yurtlarına, evlerine dağıldılar. Ben kantinde bekledim. Sizle konuşma gereksinmesi duydum. Bir süredir babamla çatışıyordum. Komşu köyden bitek toprakları olan bir varsıl adamın kızıyla evlenmemi istiyordu babam. Ben karşı koyuyordum. Bu yüzdem babam bana küsmüştü.

Belki dertleşmek istiyordum sizle.

Odanızın ışığı yanıyordu. Gün boyu süren uğultu dinmişti. Kapınızı çalmadan, burnuma kahve kokusu geldi. Anladım. Vivaldi’nin 4 Mevsim’i de duyuluyordu. Odaya girdim. Sadece masa lambası aydınlığında kimbilir kaçıncı kitabınızı hazırlıyordunuz. Kitaplıkta haritalar, fotograflar, çizimler, grafikler… Ciddi bir sevecenlik… Ayağa kalkıp gülümseyerek elimi sıktınız. Adımı biliyordunuz. Yer gösterdiniz. Sormadan içip içmeyeceğimi, fincana kahve doldurdunuz. Karşılıklı içerken ‘Acaba kaç yıl sonra benim de böyle bir odam olacak? Ne zaman müzik dinleyerek ziyaretime gelen bir öğrencimle kahve içebileceğim’ diye düşünmeden edemedim.

Siz bana hazırladığınız kitap hakkında bilgiler verdiniz. Benim aklımda babam, evlenmemi istediği kız vardı. Anlattım. Bir süre durdunuz, düşündünüz. O loş odada sanki bir filozofu dinliyordum.

Aşını, işini, eşini iyi seç!’ dediniz. ‘Bilinmedik aş ya karın ağrısı yaratır ya baş… İşini seversen, sevgiyle yaparsan dünya sana cennet, yaşadığın her gün bir gülistan… Eşinle uyum içinde birliktelik yaşarsan da öyle. Her gün sevgiyle, mutlulukla, sevinçle, esenlikle geçer…’

Eğitim, kültür uyumsuzluğu da var bu arada.’

Evet, toprakla evlenmeyeceksin ki… Bir genç kız var karşında. İlkokulda 3 yıl okumuş. Küçük görmek değil elbet, olanağı o kadarmış, bırakmış. İvedi olmaz bu işler. Hele okulunu bitir, bu arada umut verme kızcağıza da, yazıktır, fakat kesin kararlı olduğun bilinsin. İkircikli davranırsan üzerine gelirler; ikna etmeğe çalışırlar. Tavrını ortaya koymalısın. Atandığın yerde, karşına bir meslektaşın çıkar, anlaşırsın, mutlu bir yuva kurarsın.’

Çalışıyordunuz. Belki o anda evinizde eşinizin, çocuklarınızın yanında olmanız gerekiyordu. Özveriyle derslerinizin ardından kitap yayımlatma çabasını sürdürüyordunuz. Vaktinizi çok almamak için müsaade istedim, verdiğiniz bilgiler için teşekkür ettim, ayrıldım. Yine ayağa kalkarak uğurladınız beni (Başka hiç kimseden benzer bir davranış görmediğimi belirtmeliyim). Fakültenin önünden otobüs boş olarak kent merkezine gidiyordu. Binmedim. Baktım hâlâ ışığınız yanıyordu. İçim sevgiyle ürperdi, saygıyla düşündüm. Tavsiyelerinizi bir daha belleğimde tazeledim. Yürüdüm, yürüdüm…

O gün, o akşam, o görüşme benim yaşamımda bir dönüm noktası oldu. Sanki bir milat… Yurda varınca ajandama yazdım o gün yaşadıklarımı.

Değerli Öğretmenim, fakülte bitti. O yıllar şimdiki kadar çok değildi mezun sayısı. Üç ay sonra atamalarımız yapıldı. Sevinçle, mutlulukla görev yaptığım liseyi size bildirdim. Sonra tarih öğretmeni Sevinç’le tanıştım, anlaştık ve evlendik. Babam beni bağışlamadı. O kızcağızla evlenmeyince toprakları elinden kaçırmıştı. Yıllar sonra, artık ilk çocuğumuz doğunca ziyarete gittik. Ablalarımdan torunları vardı da, tek oğlu olan benim çocuğum ilkti. Babam, anacığım gözyaşlarıyla torununa, gelinine sarıldılar; anladım ki beni affetmiş babam.

Sevgili Öğretmenim, nerden nereye? Siz benim için hep bir ‘idol’ oldunuz. Bir kılavuz, rehber. Bu mektubumu böyle bir duyguyla yazdım. Başka bir amacı da yoktur. Size sağlık, esenlik diler, tekrar tekrar teşekkür ederim. 23 Nisan 2000.”

………………………………………………….

Ürgüp. 1 Ağustos 2019

emrullahguney@gmail.com

Önceki yazıları»

Prof. Dr. Emrullah Güney / Dünden Bugüne / Bizim Anadolu / 05 Ekim 2023

    Share with your friends / Partagez avec vos amiEs / Dostlarınızla paylaşın...