Fotoğrafların Ardından
Şimdilerde saniye içinde on kare resim alan teknoloji ile, salise de görüntü’lerimizin iyi ya da güzel olduğunu görüp, paylaşmaya pek alıştık.
Uyku gözüne girmez olduğunda…
Yalnız, değilsindir de o hisse kapıldığında…
Güneşi bulutlar perdeleyip de dinmeyen yağmurları serpiştirdiğinde…
Bahçedeki son kasımpatı, son domates, son nane, direnirken sonbaharın ansızın yükselen serin rüzgârına…
Ve ben battaniye altında ayaklarımı uzatarak oturduğum kanepeden dışarıyı seyredip, bir ekim ayı daha derken kucağımda, siyah beyaz albümlerle sürüklenirim geçmişin yollarında.
Şimdilerde saniye içinde on kare resim alan teknoloji ile, salise de görüntü’lerimizin iyi ya da güzel olduğunu görüp, paylaşmaya pek alıştık.
Hatta öyle ki;
“gözüm kapalı çıkmış” bir daha, “kolun boynuma gelmiş” bir daha, “ay saçımın tepesi çok basık” hadi şimdi gene, “yüzüm soluk çıkmış durun allık”.
Özellikle grup resimler çekinirken, “ortada ya da ortaya yakın durmak” için bir omuz, omuza hareketlilik başlar.
…
Ben o orta, safları pek sevmem. Belki bu an için güzel bir yer ama, yıllar şimdiki an’ı geçmişe taşıdığında sizi bilmem de, genelde kıyıda köşede kalmış, bedeni yarım çıkmış kişileri daha çok merak ediyor ve daha çok inceliyorum.
…
O eski albümlerde farketmişseniz tek resimlerden çok ikili, üçlü, dörtlü gruplar ağırlıktadır.
Ya, o devirlerde film bulmak ve karanlık odalarda banyo ettirmek zordu.
Ya da poz vererek resim çektirmek adap dışıydı…
Belki de poz vermek nedir bilmiyorlardı da o yüzden ellerini koyacak yer bulamıyor ve oturdukları sandalyede elleriyle dizlerini tutar gibi dimdik dururlarken, ciddi bakışlarıyla resim çekilene kadar öylece, duruyorlardı…
İşte böyle bir resimdeyim elimdeki albümde.
Sadece, beyler ve son derece keskin duruşlar. Hepsi ayakta. Büyüklerim not düşmüş, 1945/ İzmir yazıyor resmin arkasında. Mekân bir binanın giriş salonu havasında; ilk aklıma gelen yer Tarihi Alsancak Tren Garı.
Beyaz gömlek, ceket, pantolon ve ayakkabı. Sadece bir kişi yelekli; ve zinciri gözüktüğüne göre de cebinde köstekli saat var.
…
Hemen ardındaki resim,
Anne ve Babamla birlikte bir kaç eş dost açık havada…
Bu yılın modasını anımsatıyor olsa da, duruşlarında başka bir estetik, başka bir güven, başka bir nezaket, başka bir saygı, başka bir güzellik var özlediğim…
Beyler ince beyaz yakalı gömlekleri’nin üzerine gene ince yakalı, kollarından dört parmak uzun ceket giymiş…
Kimi bunu dar paça pantolonla, kimi geniş paça pantolon ile tamamlamış. Kiminde kravat var.
Ayaklarında, bağcıklı makosen tarzı ayakkabılar, ki onların da altının kösele olduğu çok belli.
İşte burada!
O kıyıda köşede kalmış bir amca.
Onun başında fötr şapka, pardösüsü kolunda…
Gözlüğünün sol tarafı yok, sağ tarafı karede “gururlu bir memur” edasıyla.
Sol yanı görünmeyen, o amcaya bakınca Orhan Veli’nin şiiri geldi aklıma.
“Sarhoş oldum da
Seni hatırladım yine
SOL elim,
Acemi elim…
Zavallı elim”
Onlara eşlik eden hanımlar ise ya kalem etekli ya da üstü oturan altı bol elbiseli.
Hepsinin de, elinde küçük saplarından tuttukları küçük deri çantaları, devrin inci kolyeleri.
Üstlerinde de ya pardösü ya da channelvari bolero ceketleri.
Tarih atmış büyüklerim /
Ekim 1965, Ankara
Hoş bir kokusu, hoş bir yanı var geçmişin genelde; gelir dokunur bir çiçekçi dükkânı’nın önünden geçerken lavanta kokularıyla; ya da bir bodrum sahilinde, yürürken yasemine karışan gece mavisiyle.
Sonra, biz …
Biz, aklıma gelir ekim yağmurlarıyla karşılarken güzelim sonbaharı.
Bir çeki düzen veririz evlerimize, raflarda yaz günlerinde kavanozlanan konserveler, kapı ardında bidonda turşular…
…
Tanırız büyüklerimizi ciddiyetlerinden..
Terbiye ediş şekillerinden…
Yazılarından…
İmzalarından…
Anlarız hatta kim ne kadar sinirli, kim ne kadar mutlu gözleriyle bakıp kirpikleriyle anlamlandırmalarından.
Bizi bu çocuklar derim, ne kadar, ne kadar anlayacak?
Merak edecek mi yarım çıkmış bir silüetin duruşu ardındaki kişiliği…
Yarım yırtık çıkmış, pantolon’un dizini, bağcıkları eğreti bağlanmış lastik ayakkabıların eskitilmiş yüzlerini, üç beden büyük ceket omuzlarından ne okuyacaklar.
Geçmişe “bu neymiş böyle!” diyecekler mi?
Ya da anlayacaklar mı kullandığımız lisanı, ne kadar hiç edip elli kelime ile günü bitirdiğimizi.
Bir gün biri çıkıp hatırlatacak mı Nazım Hikmet’in dizelerini?:
“Dünyayı verelim çocuklara,
Hiç değilse bir günlüğüne…
Allı pullu bir balon gibi
Verelim oynasınlar oynasınlar
Türküler söyleyerek, yıldızlar arasında dünyayı…”
Ve sorgulayacaklar mı?..
“Vermediniz tek bir gün bile, biz büyürken Dünyayı!”
…
Bir gün unutulacak tüm bu alışkanlıklar.
Mevsim değişecek, kış bahar olacak.
Büyüyecek çocuklar değiştirmek için dünyayı ve bir hasretlik anında açacaklar solmak üzereyken albümleri.
Okuyacaklar yüzlerimizden olan biteni…
Özdeşleştirecekler gözlerimiz içindeki karanlık derinliği; bulacaklar tarihin derinliklerinde de aynı yeri.
İçTen
İçten Külünk / Bizim Anadolu / 12 Ekim 2019
Şu haber ve yazılarla da ilgilenebilirsiniz: