Farklı bir ülke, farklı bir kültür…
İnsan hayatında kaç defa kıtalar arası yolculuk yapabilir? (Benim konumumda kuşkusuz)…
Ağabeyimi görmek amacıyla 18 yıldır vize almak için uğraşmıştım. Ağabeyim büyük hastalıklar geçirmişti, büyük kazalar geçirmişti. Ölümlerden dönmüştü. Ama Kanada ağabeyimi göstermemeye karar vermişti bir kez. Her defasında beni ret etmişti. Ama tam 18 yıl sonra, anlaşılan Kanada ‘insafa gelmiş’, sonunda bana vize vermişti…
Hemen hazırlıklara başladım. Heyecanlıydım, kıtalar arası yolculuk yapacaktım.
Kıbrıs’ı saymazsak, ilk yurtdışı tecrübem olacaktı.
Beni neyin beklediğini bilmiyordum; farklı bir ülke, farklı bir kültür… Gerçi ağabeyim var, Nikol var… Ama….
Ama yine de bir yanda heyecan bir yanda tedirginlik var… 10 saat gibi uzun bir uçak yolculuğunun ardından Montreal’e indim. Gümrükten sorunsuz, çok kolay geçtim. Üstelik İstanbul’dan çok daha zor çıkış yapmıştım; orada hem sıra beklemek, hem de çıkış kapısını bulmak bir hayli zorlamıştı beni.
Havaalanında ağabeyim, Nikol ve tabii ki kar beni bekliyordu. Oysa İstanbul’da sıcak bir bahar havası bırakmıştım. 18 yıl sonra nihayet Montreal’deydim. Her şey yeni, her şey yabancı ve burada hiçbir öyküm yoktu. Evler filmlerde izlediğim evlere benziyor; koca koca binalar yok… Geniş caddeleri olan bir Montreal’le karşılaştım.
Birkaç gün dinlendikten sonra kent merkezine indik Nikol’le. Dönipapen’den (Denis-Papin) Pinöf (Pie-IX), Metrosuna ulaşıp, oradan Berriukam’a (Berri-UQAM) gidiyorduk.
Evet, koca koca binalar kent merkezinde vardı. Sanki bir Amerikan filminin içinde gibiydim. Bazı yerleri İstanbul’a benzetmeye başladım. Aslında alakası yok, ama kendimi bu şekilde daha rahat hissediyordum. Eski Montreal’e gittik. Ve tabi ırmak (Saint-Laurent) ve Jakartiye (Jacques-Cartier) köprüsü muhteşem bir yer; binalar eski, mimari yapısı bir harika… Viktorya tipi dedikleri evler, taş yapılar, ırmağın kokusunu içine çekmek bir başka his, tarifsiz…
Montréal adası üzerindeki bu artistik şehrin orta yeri dağ. Her yol, kente mütevazı ama gururlu hava veren Mont-Royal’e çıkıyor sanki. Tabelaların Fransızca’dan İngilizce’ye döndüğü, varlıklıların, İngiliz kökenlilerin, expat’lerin, diplomatların yaşadığı şık Westmount semtinin havası çok başka…
Alışveriş için ‘Hermès’, ‘Dior’, ‘Prada’ gibi markaları barındıran uzun Sherbrooke Caddesi’nin yolunu tutun; altında bir Tiffany mağazası bulunan ‘Ritz-Carlton Montréal’ ve karşısındaki süper lüks rezidans ‘Le Château Apartments’ da bu caddede.
Az biraz Beyoğlu kokan, tiyatro, restoran, kafe, yerli halk ve turist dolu doğu Sainte-Catherine Caddesi üstünde sayısız mekân barındıran Gay Village’de Yerlilerin açtığı bir sergiye gittik. Zaten asıl sahipleri de onlar… Değişik tablolar ve giysiler vardı. İşyeri sahibi kadın bir giysinin öyküsünü anlattı; kapüşonlu kalın bir kaban. Tabii kış aylarında ırmak donuyor, ırmağın üstünde yürürken içine düşerse, düşeni kapüşonundan tutup çekiyorlarmış…
Bu arada kentin bütün sokaklarının ismi azizlerin ismi; Sent Katrin, Sen Loran, Sen Jak… böyle devam ediyor.
Eski Montreal’de bulunan Notre-Dame Katolik Kilisesi’ne gittik. Kilise 1829’da inşa edilmiş. Dışı kısmen taş, iç kısmı vitraylarla, ahşap oymalarla süslenmiş.
Burası Fransa / Paris’teki Notre-Dame Katedrali’nin bir benzeri, muhteşem bir kilise. Çok harika… Saatlerce kalsan çıkmak istemediğin bir yer. Kiliseye girip de mum ve dilek dilemeden çıkmak olmazdı… Hayatımda gördüğüm en güzel kiliseydi bu…
Karnımız açıktı, İtalyan lokantasına gittik. Spagetti yiyecektik. İlk önce sıradan bir şey gibi geldi bana. Makarna işte, n’olcak!… Ancak hiç de öyle sıradan makarna değilmiş. Spagetti muhteşem bir sosla geldi; yanında da kırmızı şarabımız… Değmeyin artık keyfimize…
Sürecek….
Kanada gezisi – 1
Zehra Özen / Bizim Anadolu / Ocak 2018
Paylaşın, dostlarınızın da haberi olsun…