Press "Enter" to skip to content

Cumhuriyet Neden Önemli?

Cumhuriyet Neden Önemli?

Bugün Cumhuriyet’imizin 96. yılını kutluyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

Cumhuriyet bizim için neden önemli? Nasıl kuruldu, kimler kurdu?

 

Bunlar bilinmeyince, genç kuşaklarca önemi de pek anlaşılmaz.

 

Örneğin, İngiltere’de, Kanada’da, Avustralya’da, Danimarka, Belçika gibi Batı demokrasilerinin hüküm sürdüğü ülkelerde bu pek sorun edilmez. Buraları birer monarşidir, ancak krallıklar simgesel olarak kalmıştır. Dolayısıyla tek başına Cumhuriyet rejimi ülkenin varmış olduğu, özellikle adaletli bir rejimin tanımı da değildir.

 

Hitler’in, Franko’nun, Salazar’ın yönetimleri de birer Cumhuriyet’ti; bugün İran ve daha birçok Asya ve Afrika ülkelerinde de Cumhuriyet rejimleri sürmektedir.

 

Peki Türkiye Cumhuriyeti neden bizler için bu denli önemli?

 

Bunun için Türkiye’yi Cumhuriyet’e getiren süreci gerektiği gibi irdelemek gerekir.

 

Yenileştirmeler en azından iki yüzyıldır sürüyordu. Ancak bir başlangıç almak gerekirse, II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırması (1826), o zamanlar da tanımlandığı gibi ‘Vaka-i Hayriye’dendir.

 

Eş deyişle, ‘Olumlu bir olaydır’.

 

Bir değişim ve dönüşümün öncüsü olarak ordu çağdaşlaşmaktadır. Giysi yenileştirmesiyle zihinler daha açık bir biçime yönlendirilmektedir, yasalar çağın gereklerine göre düzenlenmektedir vb…

 

Ve böyle bir ortamda, Batı’nın zorlamasıyla da olsa, Tanzimat (1839)’la birlikte belirli bir dönüşüme tanık olunmaktadır.

 

Kolay değildir elbette tüm bunlar. Yüzyıllardan beri gelen ve kurumlaşan gelenekler inançla pekiştirilmiştir, kanıksanmıştır ve bundan çıkılamamaktadır.

 

Batı’da insanların diri diri yakılması gibi bağnazlıklarla (engizisyon mahkemeleri, cadı avları vb) yüzyıllarca kan akıtılmış; ancak bunların sonunda da aklın ucu açılmış, coğrafyasal keşiflerle sanayi devrimleri yaşanmış; bunun yanında sömürü derinleşmiş, sonunda da Fransız Devrimi (1789) gibi toplumsal patlamalar yaşanmıştır.

 

Öte yanda daha duygusal bir yapıya sahip olan Doğu toplumları Batı’nın sömürü alanına girmiştir.

 

Eski Dünya anlayışından çıkamayan Osmanlı ise bu ivmeyi yakalayamamış, kendisi gibi toplumu da Ortaçağ’da yaşamaya mahkûm etmiştir.

 

Şimdi silkinmeye çalışsa da, yanlış siyasetlerle vermiş olduğu ödünlerin tutsağı olmuş ve sonunda Tanzimat’a ulaşmıştır.

 

Ondan sonra Abdülmecit’in kardeşi (Abdülazız) ve çocuklarının zayıf yönetimleri başlıyor.

 

Abdülaziz’den sonra, yenilikçilerin kurtarıcı olarak, güçlenen Avrupa emperyalistlerini görmesi ve onların kucağına düşmesi, tarihte ‘93 Harbi’ * olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Ruslarla yapılan Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) ve sonrasındaki Berlin Antlaşmasıyla (13 Temmuz 1878) dışarıya daha çok bağımlı duruma düşmesi, genç II. Abdülhamit’in ülkeyi dışarıya kapatmasına neden olmuştur.

 

Bunun sonucunda 33 yıllık bir baskı (istibdat) dönemi ve ardı ardına toprak yitimleri, toplumsal düzenin bozulması, yine kurtuluşu bir derece Batılı devletlerin güdümünde gören ‘yenilikçilerce’ 1908 Devrimine getirilen ülkede, bu kez ‘İngilizci, Almancı ya da Fransızcı’ ‘devrimci’lerin türemesine yol açmıştır.

 

Halk çocukları ‘vatan uğruna’ cepheden cepheye sürülürken, Batılı devletler de artık ömrünün sonuna gelmiş olan Osmanlı’nın cenazesi kaldırılmadan kendilerine pay çıkarmaya çaba göstermektedirler.

 

Ve özellikle 1912’den 1922 sonuna dek aralıksız bir savaş ortamı…

 

Yokluk, yoksulluk, ölüm-kalım savaşı, ihanet, çıkarcılık, bağnazlık… toplumu savurdukça savurdu.

 

Birinci Dünya Savaşı ise (1914-1918), savaşa katılan diğer ülkelerin tersine Osmanlının tabutuna çakılan son çivi oldu.

 

Kendilerini kurtarmaya çalışan Osmanlı Hanedanı ve üst yönetiminde bulunan kişiler düşmanla işbirliği yaptılar; cahil halkın inancını kullanarak Emperyalizmin uşaklığını yapan, onun maşası olan Yunan Ordusunu bile Hilafet Ordusu olarak tanıtma yoluna girdiler; yurdu düşman çizmelerinden kurtarmaya çalışan Ulusal Güçleri (Kuvayı Milliye) ise eşkıya ilan ettiler; idam fetvaları, fermanları yayınladılar…

 

Dolayısıyla çürümüş devlet düzeni içinde Osmanlı Hanedanı’na da artık inanç yitirilmiştir.

 

Cumhuriyeti Devrimini yapanlar öne sürüldüğü gibi bir avuç burjuva değil, halk çocuklarıdır.

 

Buunlar tepeden inme değil, yüz yıllardır sömürüyü inanç içinde içselleştirmiş ancak bu kıskaçtan nasıl çıkılması gerektiğinin savaşımını veren eğitimli halk çocuklarıdır.

 

Ülkede çağdaşlaşmanın öncüsü olarak kurulan askeri okullarda yetişmiş olan bu halk çocukları, daha okul sıralarında, hem de II. Abdülhamit’in baskıcı döneminde örgütlenmişler ve savaşım Cumhuriyet’e kadar uzanmıştır.

 

İşte özellikle bu nedenle Cumhuriyet başka ülkelerdekinden çok çok daha önemli ve değerlidir.

 

Çünkü Cumhuriyet adıyla yönetim, daha 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’yle (TBMM) birlikte halk yönetimine girmiş, halkın eşitlikçi felsefesiyle halk için yönetimi olmuştur. Bu nedenle Cumhuriyet tüm inançları içinde toplayarak laik olmalıdır, tam ve eşitlikçi hukuk devleti olmalıdır, tüm budunsal (etnik) ayrılıkları gözardı ederek, ancak tüm bu renkleri de içine alarak ulusçu olmalıdır, sürekli kendini ileriye, daha iyiye evrilterek devrimci olmalıdır…

 

İşte tüm bunları içinde barındıran Türkiye Cumhuriyeti felsefesi tam da bu nedenle, sadece yurdumuzda değil, sömürü içine düşen tüm mazlum ulusların kurtuluş felsefesini taşımakta ve yarınlar için olmazsa olmaz umut olma düzenini korumaktadır.

 

Onu yaşatmak gelecek kuşaklara yönelik boynumuzun borcudur.

 

Tüm bu anlayışla, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bir halk devrimi olan 1923 Türkiye Cumhuriyeti Devrimi hepimize kutlu olsun!

 

* Rumi takvime göre savaş 1293 yılında oldu.   

 

o.ozen@bizimanadolu.com

 

Tüm Yazıları»

 

Ömer F. Özen / Bizim Anadolu / 29 Ekim 2019

 

    Share with your friends / Partagez avec vos amiEs / Dostlarınızla paylaşın...