Türk edebiyat tarihinin en uzun süreli yayınlarından olan HİSAR aylık fikir ve sanat dergisinin ve onun çevresinde oluşan Hisarcılar ekolünün kurucusuydu.
Tepebaşı Bahçesinde
Avaz avaz bağıran hanendenin*
Sesinde işkence gören Dede’mdir.**
Alkol tüten havasında bahçenin
Herkesin daldığı başka alemdir.
İçimde arzularım büklüm büklüm,
Dolmadan kırılmış bir kadeh ömrüm.
Unutmakta haklısın kömür gözlüm,
Haklısın… Bu sözüm sanma sitemdir.
Değil senin güzel gözlerin,
Çılgın geceleri kadar bu şehrin
Benden uzaklaşan, doğduğum yerin
Serin su başları, babam, annemdir.
Bilirim suç ne sende, ne onlarda,
Ne sıcak, ne soğukta, ne rüzgârda…
Nereye gitsem kışta, ilkbaharda,
Yaşamak içimde bir özlemdir.
Mehmet Çınarlı
* Hanende: Ses sanatçısı
** Bestekâr Dede Efendi
Edebi Kişiliği

Türk edebiyat tarihinin en uzun süreli yayınlarından olan HİSAR aylık fikir ve sanat dergisinin ve onun çevresinde oluşan Hisarcılar ekolünün kurucusuydu. Başka bir önemli yönü ise, Türk şiirinde Aruz’u konuşulan Türkçe ile birleştiren ve büyük başarı ile kullanabilen son şair olmasıydı. Deneme ve eleştiri alanlarında da kendini ispatlamış, neredeyse özlü sözler niteliğindeki düşüncelerini ve dönemine ışık tutan anılarını, dile muazzam hakimiyeti ile zevkle okunan yazılara dökmüştü.
Aruz’u öylesine ustalıkla kullanırdı ki, şiirlerinin enfes bir müzikal yapısı olmakla birlikte veznin tıkırtısı hissedilmez, hatta bu nedenle bir çoğunun aruzla yazıldığı çoğu kişi tarafından fark edilmezdi. Bir şiirde farklı kalıpları kullanarak yenilikler de getirmişti. Hece vezni ile yazdığı değerli pek çok şiiri de vardı.
Bindokuzyüzyirmibeş’te Ermenek’te Doktor Osman lakaplı sağlık memurunun 5 çocuğundan biri olarak dünyaya gelmişti. Doktoru olmayan kasabada, Doktor Osman civar köylere atının sırtında giderek hizmet verirdi. Kasabada ilkokuldan öte eğitim kurumu olmadığından gençliği parasız yatılı okullarda önce Konya, sonra Antalya’da geçti. Sincap peşinde koşan, güvercin besleyen, horoz dövüştüren, çınarların tepesinde hayaller kuran çocukluğunu, ailesini, Torosların enfes bitki örtüsünü, kasabasının yaşamının sıcaklığını geride bırakmak onu genç yaşlarında çok etkilemiş, bunlar sonradan zaman zaman şiirlerine ve yazılarına konu olmuştu. Ermenek – Konya yolu eşek sırtında 3 günde alınıyor, yolda bakımsızlıktan dökülen kervansaraylarda kalınıyordu. Bir keresinde çok sevdiği sincabını cebine saklayarak Konya’daki ortaokuluna getirmiş, uzun süre dolabında beslemişti. Kızlar bölümüne kaçıp çığlıklara yol açan sincabının arkasından bu yasak bölgeye dalmış olması yüzünden disipline çıkmıştı. Yazları Ermenek’te, bağlarda geçiriyordu. Kasabada yeni alfabe ile dizilmiş kitapların azlığı onu eski alfabeyi de çözmeye yöneltmiş, böylece okuyabileceği kitapların sayısını artırmıştı. Okumayı çok seviyor, ailesine yük olmadan okuyabilmek ve vatana hayırlı bir evlat olmak düşüncesi ile canını dişine takarak hep en iyi notları alıyordu. Antalya lisesindeki parasız yatılı döneminde yarı aç yarı tok bir şekilde öğrencilere tahsis edilen köhne pansiyonda yaşarken yazdığı Antalya’da Kış adlı şiiri Antalya gazetesinde basılmıştı. Bindokuzyüzkırkiki yılında 30-40 yıldır görülmemiş kar nedeniyle Antalya – Burdur yolu kapanmış, savaş nedeniyle de denizde abluka olduğundan Antalya’nın dışarısı ile bağı kesilmişti.
Kışlar Geçirirdik
Kışlar geçirirdik Antalya’da
Güzel ve güneşli bahar kadar.
Bir sahil yağmuru ara sıra
Ilık ılık, sağnak sağnak yağar,
Sonra gün çıkardı birdenbire.
Çok zaman, ellerde portakallar
Gamsız, açılırdık sahillere…
Yalnızlığı fazla hissedince
Bize kol açardı mavi deniz
Dalardık rengine saatlerce…
Orda sayılmazdık pek kimsesiz:
Köpüklü dalgalar dostumuzdu,
Beyaz çağlayanlar sevgilimiz!
Teselli bulmaya yeterdi bu…
O şirin diyarda unuturduk
Köhne pansiyonu, sefaleti.
Papatyalar açmış, gül tomurcuk;
Bulvarda ampuller renkli renkli,
Mehtap da olurdu bazı defa!
Geceler süslenir gelin gibi;
Güzeller gelirdi miradora…
Mehmet Çınarlı

Mülkiye (Siyasal Bilimler Okulu) sınavını başarı ile geçerek üniversiteyi yine parasız yatılı olarak Ankara’da okumaya başladı. Öğrencilere tanınan imkânlar Antalya lisesine göre çok daha iyi ve Mülkiye öğrenciliği çok imtiyazlı bir konumdu. Mülkiyeliler arasındaki dayanışma takdire değerdi. Mülkiye rozeti görülünce selam alınıp veriliyordu. Şairliği giderek çevrede ün yapıyor, edebiyatla uğraşan dostlar ediniyor, şiir geceleri düzenlemesi isteniyordu. Mülkiye’nin son sınıfında düzenlediği bir şiir gecesinde Yunus Emre’den günümüze kadar gelip geçmiş şairlerden örnekler vererek şiirlerle geçit resmi yapılmasını tasarlamış ve bunu başarı ile sonuçlandırmıştı. Yine aynı gece kendisinden okuduğu “Sonbahar Duyguları” adlı şiiri büyük coşku ile alkışlanmıştı. “Beş Hececiler”’den Yusuf Ziya Ortaç, yanında oturan Orhan Seyfi Orhon’a dönmüş, heyecanla, “Seyfi, aruz yaşıyor!” diyor, Enis Behiç Koryürek ayağa kalkmış, hem alkışlıyor, hem de “bravo” diye bağırıyordu. (Altmış Yılın Hikâyesi’nden). Kısa bir süre sonra bu şiir üniversitelerarası şiir yarışması birincisi olacaktı.

Edebiyatçı arkadaşları ile buluşma yerlerinden biri Ulus’taki İstanbul Pastanesi’ydi. Burada edebiyat üzerine hararetli sohbetler, tartışmalar yapılıyordu. “O yıllarda biz, sığınacak bir yer arayan yuvasız kuşlar gibiydik. İlk şiirlerimizi yayımladığımız Yedigün, Yarım Ay gibi edebiyata da yer veren magazinler kapanmış, kaliteli bir fikir ve sanat dergisi olan Çınaraltı da yayımına son vermişti. Çıkmakta olan sanat dergilerinin hepsi “Garipçiler”in estirdiği rüzgâra kapılmış; vezne, kafiyeye, duyguya, hayale, geleneğe, maneviyata savaş açan ‘Yeni Şiir’ hareketinin destekçisi olmuştu. O dergilerde, bizim gibi farklı düşüncede olanlara kesinlikle yer yoktu. (Onlardan birinde ille de yer almak isteyen bir aruz şairinin, şiirinin veznini ve kafiyelerini -kullandığı kelimelerin yerini değiştirerek- bozmak zorunda kaldığını, bugün bile hayret ve esefle hatırlıyorum!)”.
“Benim ve öteki şair arkadaşların ara sıra şiirlerimizi yayımladığımız dergilerin hiçbiri bizi tatmin etmiyor, edebiyat dünyasında dikkate değer bir varlık olarak da görülmüyordu”. “Neden kendimiz bir dergi çıkarmıyoruz?’ sorusu yavaş yavaş kafamda yer etmeye başlamıştı. Katıldığımız şiir gün ve gecelerinde, salonu hıncahınç dolduran, bizleri çılgınca alkışlayan sanatseverler, elbette çıkaracağımız dergiye de ilgi göstereceklerdi. Öyle bir dergide hem sanat anlayışımızı rahatça savunacak, hem de şiirlerimizi toplu halde yayımlayabilecektik”.

“O yıllarda yaygın olan yabancı taklitçiliğine karşı, milli sanatı; dilde tasfiyecilik ve uydurmacılığa karşı yaşayan, konuşulan Türkçe’yi; ideoloji baskısına karşı, hür düşünceyi ve yeniliği köksüzlükte arayanlara karşı geçmişten kuvvet alan bir yeniliği savunacak olan dergimize, en uygun isim olarak “Hisar” adını seçmiştik. Hisar kelimesi hem savunmayı hem birleşmeyi (birleşip savunmayı) ifade ediyordu. İstanbul Pastanesi’nde yapılan ve benimle birlikte İlhan Geçer, Gültekin Samanoğlu, Mustafa Necati Karaer, Halil Soyuer, Fikret Sezgin, Yahya Benekay, Hasan İzzet Arolat ve Fehmi Özçelik’in katıldığı bir toplantıda, arkadaşlar derginin sahipliğine beni, yazı işleri müdürlüğüne de İlhan Geçer’i seçtiler. (Soyuer, Hisar daha çıkmaya başlamadan, Sezgin, Benekay ve Arolat ise birkaç sayı çıktıktan sonra dergi kuruculuğundan ayrılmıştır)”.

“İlk sayıya konulmak üzere, amacımızı ve ilkelerimizi dile getiren bir yazıyı hazırlamayı arkadaşlar bana görev olarak vermişler, ben de öyle bir yazıyı özenle kaleme almıştım. Fakat, Munis Faik Ozansoy, ‘Herkes çok laf edip hiçbir şey yapmıyor. Ne olduğumuzu, ne yapmak istediğimizi lafla değil, eserlerimizle gösterelim’ diyerek, ilk sayıya öyle bir yazı konmasına karşı çıktı. Ben de, Ozansoy’un düşüncesine uyarak, yazımı yayımlamaktan vazgeçtim. Ama, ilk sayımızda amacımız ve ilkelerimizle ilgili bir şey söylememiş olmamızın zararını, daha sonra hakkımızda verilen peşin hükümler ve yanlış yapılan değerlendirmeler yüzünden, fazlasıyla çektik ve kendimizi tanıtmakta güçlüğe uğradık.” (Altmış Yılın Hikâyesi’nden)

HİSAR aylık fikir ve sanat dergisi böylelikle yayın hayatına 1950 yılında atıldı. 1957 yılında yayınına ara veren dergi, 1963 yılında tekrar yayımlanmaya başlamış ve 1980 yılına kadar çıkmıştır. “Hisar’ın savaşı, yabancı kopyası olmayan, geleneklerinden bağlarını koparmayan, politik ve ideolojik baskılara boyun eğmeyen bir sanatı, halkın konuştuğu dille konuşan bir edebiyatı koruyup geliştirme savaşı idi.” (1980’de son Hisar dergisinde çıkan Hoşça Kalın yazısından…). Dergi taze şairlere kucak açmış ve bir çok edebiyatçının yetiştiği bir yuva olma görevini de yerine getirmiştir. Derginin tüm yayın süresince sorumluluğunun en büyük kısmını – idari, estetik, kapsam ve çizgi olarak – Mehmet Çınarlı yüklenmiştir. “Dergide yazı yazmış insanlar içinde devrinde çok önemli yerlere sahip olan insanların bulunduğu gibi, daha sonra Türk edebiyatında çok önemli yerleri tutacak olan insanlar da vardır. Bunların ilk dikkati çekenler: Mehmet Kaplan, Orhan Seyfî Orhon, Halide Nusret Zorlutuna, Faik Ali Ozansoy, Ahmet Muhip Dranas, Arif Nihat Asya, Cahit Külebi, Ziya Osman Saba, Suut Kemal Yetkin, Necmettin Halil Onan, Behçet Kemal Çağlar, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cemal Yeşil, Ahmet Tufan Şentürk, Bekir Sıtkı Erdoğan, Osman Atilla, Feyzi Halıcı, Gülten Akın, Sezai Karakoç, Sedat Ümran, Ümit Yaşar Oğuzcan, Yavuz Bülent Bakiler, Nüzhet Erman, Orhan Asena, Emine Işınsu, Kerim Aydın Erdem, Coşkun Ertepınar, Talat Sait Halman, Bahattin Karakoç, Mustafa Miyasoğlu, İsmail Ali Sarar, Memduh Şevket Esendal, Tarık Buğra, Şemsettin Kutlu, Sevinç Çokum, Sabahat Emir, Necmettin Hacıeminoğlu, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Metin And, Cemil Meriç, Rüştü Şardağ, Müjgan Cunbur, Mehmet Önder, Hilmi Ziya Ülken, Orhan Şaik Gökyay, Faruk Kadri Timurtaş, İnci Enginün, Necmettin Türinay, Kenan Akyüz, Ahmet Kabaklı, Cahit Öztelli, Fethi Tevetoğlu, Baki Süha Ediboğlu, HalilSoyuer, İbrahim Minnetoğlu, Mustafa Seyit Sütüven, Erol Güngör, Mehmet Çavuşoğlu, Mustafa Kutlu, Abdullah Uçman, Durali Yılmaz ve Beşir Ayvazoğlu. Yukarıdaki isimler burada yazı yazanların üçte birini oluşturmalarına rağmen, sadece bu imzalar bile, Hisar’ın ne kadar güçlü ve geniş bir kadroya sahip olduğunu göstermesi açısından önemlidir.” (HİSAR Dergisi’nin Serüveni – Yrd. Doç. Dr. Muharrem Dayanç, Türk Dili)
Ve Babam Olarak…
Tüm yukarıda yazdıklarımdan habersizce, o sadece “baba”mdı benim gözümde. Tertemiz, aydın, aşırı denecek derecede dürüst, merhametli bir insandı; haksızlığa karşı ise dimdik ve sert dururdu, tekmesi pekti. Eski Türkçe, Fransızca ve İngilizce de dahil olmak üzere, toplam 4 dilde kitap okuyabiliyordu. Belki en zayıfı en son öğrendiği İngilizce’siydi. Evimizin her odasındaki kütüphaneler kitaplarla tıka basa doluydu. En üst raflarda Fransızca Livre de Poche serisi bulunuyordu. Bir konu kafasına takılırsa hiç üşenmeden kitapları indirir ve cevabını arardı.
En çok sevdiği müzik türü olan Klasik Türk Müziği’ni zevkle dinler, tüm eserleri, tüm makamları tanır, bilirdi. Taksim esnasında spor maçı naklen yayını yapar gibi: “Nihavent’ten uzaklaştı, şimdi Hüzzam’da, Hicaz’a doğru gidiyor” vb şekilde kulağı ile takip ederek bize açıklardı. Dede Efendi’yi, Münir Nurettin Selçuk’u ben babamla sevdim. Hem dile, hem müziğe sonsuz sevgisi ve muazzam hakimiyeti nedeniyle uyduruk güfteleri veya melodisi olan, yahut kötü icra edilen eserler televizyonda, radyoda çalınınca kendini tutamaz derhal eleştiri yapmaya başlardı. “Yeşil gözlerinden muhabbet kap”ılmazdı örneğin. Muhabbet kapılan bir şey değildi. “Bir yangının külü yeniden yak”ılmazdı, çünkü kül yanmayan bir şeydi. Yine de bu saydığım türü eserlere sevgisi ve toleransı vardı. (Hiç tahammül edemediklerini hatırlarım). Evimizde sık sık edebiyatçı ve müzisyenler toplanır, şiirler okunur, şarkılar söylenirdi. Cinuçen Tanrıkorur, Bilge Özgen gibi müzisyenlerin babamdan besteledikleri şiirleri evimizde ilk kez utla icra etmelerini hatırlarım.

Babam mükemmel diksiyonuyla, durmaksızın saatlerce ezberden hatasız şiir okuyabilirdi, hem de en ağır şiirleri bile… ve hiç bir şiiri tekrar etmeden. Bir sabah tıraş olurken bir yandan şiir okuyup bir yandan bana okuduğu şiir ile ilgili bilgi vermesi aklımda. Annem “Çocuğu rahat bırak” demiş, babam, “Sen karışma, ben kızımı eğitiyorum” şeklinde cevap vermişti. Böyle dil bilgisi ve edebiyat yüklü bir ortamda yetişmem meyvesini vermiş, okulda dilbilgisi, edebiyat, kompozisyon derslerinden hiç gayretsiz en yüksek notları almaktaydım. İlkokulda öğretmenim bana bir şiir yazma görevi vermişti. Ben dizelerden oluşan uzun bir şiir yazmış, bir türlü son noktayı koyacak dizeyi bulamamıştım. Babam son iki satır için imdadıma yetişmişti. Öğretmenim şiiri pek beğenmiş, ancak haksızlık yaparak şiirin tamamını babamın yazmış olduğunu düşündüğünü bana şimdi hatırlayamadığım bir şekilde hissettirmişti.
Adımın Konma Hikâyesi

Adımın konmasının hikâyesi ilginçtir. Babam bunu “Sanatçı Dostlarım” kitabında yazmış olsa da bu kitap ani bir ilham gelerek bu satırları çala kalem yazdığım sahil kasabasında yanımda değil, o nedenle hatırlayabildiğim kadarını aktaracağım. Ufak tefek hatası olursa affola. Babamın şair arkadaşları Eylül’de doğacak olan bana şairane bir isim olarak düşündükleri Eylül ismini uygun buluyorlarmış. Annem beni doğurmak üzere Ankara’da doğumevine yatmış, ancak doğum gecikmiş. Annem ağrılar içinde of çekerken aklına o dönemde babamın şair arkadaşlarından birisinin şiiri gelmiş. Şair “Of bahar, gel artık” demekte; ve bahar mevsimini çağırmaktaymış. Şiirini okurken bu “of”ların üzerine basması, uzatması çok beğenilirmiş. Annem “of” çekerken aklına gelen bu şiiri okumaya başlamış, “of”lar, “Of bahar, gel artık”a dönmüş. Sonuçta babama, “Bir kızınız oldu, hanımefendi adını Bahar koydu” denmiş.

Annem doğma büyüme İstanbulluydu. İngiliz Dili ve Edebiyatı Okulu’nda okumak üzere geldiği Ankara’da babamla tanışmış. Ben kendimi bildim bileli Marlyn Monroe tarzı platin sarısı saçları vardı; ve o zaman çok kullandıkları bir sıfat ile, çok frapandı. Gerçek kumral saçlarını ben hiç hatırlamam. Ben küçükken Fulbright bursunu kazanmış ve Amerika’da 6 ay staj yapma ve gezme hakkını elde etmişti. Şimdi Amerika’ya gitmek nispeten sıradansa da, o dönemde, hem de burs ile, bu büyük başarıydı. Babamın yanında ikinci planda, sönük kalmazdı. Çok renkli ve – biraz da öğretmenlikten gelen – ortama hakim kişiliği ile meclislerin aranılan simasıydı. Edebi çizgisine bakarak babamı konservatif olarak tanımlayanlar onun hanımının annem gibi birisi olacağına asla ihtimal vermezler. Aileyi yakından tanımayan ve sadece babamın edebiyattaki kısmi konservatifliğine bakarak tahmin yürütenler, “Hanımı olsa olsa, kocasının sözünden çıkmayan kendi halinde bir ‘evinin kadını’dır” diye düşündüklerini farkında olmaksızın bana hissettirdiler. Halbuki annemle babamınki iki eşit aydın insanın ilişkisiydi. Annemin burs ile tek başına Amerika’ya gitmesine babam itiraz etmemiş, o süre boyunca biz kızları ile daha da yakından ilgilenmeyi üzerine almıştı.

Babamın HİSAR’ın sayfa mizanpajını yemek saatleri dışında çalışma masası olarak kullandığı salondaki bordo örtülü büyük masamızda zevkle yaptığını hatırlıyorum. Dergi yazıhanesi ise nedense aklımda çok kalmamış. Çok sevdiği ve çok emek verdiği HİSAR dergisi çıktığında eve getirir, salondaki kahve sehpalarından birinin üzerine koyar, adeta bakmaya kıyamaz, sonra okşarcasına eline alır, okurdu. Baskıda bir virgül hatası yakalasa kahrolurdu, o kadar mükemmel isterdi dergisini. Annem bu ilgiyi kıskanırdı. Babamın bürokratlıktan arta kalan tüm zamanı dergiye giderdi çünkü. Bir gün babam için “Keşke dergisi olacağına metresi olsaydı, hiç olmazsa eve getirmezdi” diye yaptığı şaka dostlar arasında kahkahalara yol açmış. Babamla birlikte HİSAR dergisini sürdüren çekirdek kadrodan yakın sanatçı arkadaşları Gültekin Samanoğlu, Mustafa Necati Karaer, İlhan Geçer, Nevzat Yalçın hep hayatımızda oldular. Ben onları Gültekin amca, İlhan amca vb şekilde tanıdım ve sevdim. Bazı yazları geçirdiğimiz Bayramoğlu’ndaki Basın İlan Tatil Köyü’nde deniz sonrası akşamlarda bu dostlar ve oradaki başka edebiyatçılar, eşleriyle uzun rakı masaları kurardı, şiirin, şarkının sonu gelmezdi.
Üniversite yıllarımdaki ilk sevgilimin varlığını babama söylediğimde bana sorduğu soru, “Aşık mısın?” olmuştu ve eklemişti, “Ben aşka inanırım”. Evlenme düşüncemin olup olmadığını da sormuştu. Bu sorular onun ilişkiye hem romantik, hem konservatif yaklaşımını güzel sergiler. Aşık olmadığım taktirde bu kişiyi görmememi istemişti. Yıllar sonra, 1999’daki vefatından sonra yaptığımız tasfiyede elime minik bir not defteri geçti. O güzelim el yazısı ile günlük mahiyetinde kısa notlar almıştı. Benimle ilgili bir bölüm yüreğimi sızlattı. Yıl 1983 falandı. Tam olarak hatırlayamasam da şöyle bir şeyler yazıyordu, “Bahar bugün heyecanla geldi, yeni pek çok (edebi) kitap almış, (ancak) bir kısmı zaten evde olan eserler”. Evet, ben, yeni yetme ben, belli ki tekerleği kendim icat etmek istiyormuşum ve yakınımda olan engin denizden faydalanmak istemiyormuşum. Hemen her eseri okumuş, bitirmiş, temin edebilecek, hemen her şeyi bilen bir babanın yanında büyümek bazen böyle minik isyanlara yol açmış olmalı diyorum şimdiki kafamla. Çünkü gençler bir çok şeyi kendileri keşfetmek isterler. Onun hazzı başkadır. Bir kez de “Godot’yu Beklerken” piyesine gitmek istiyordum. Babam “Bahar’cığım, işte adam tüm eser boyunca Godot diye birini bekliyor, o da gelmiyor. Gel başka bir esere gidelim” demişti. Bu çok bilinen oyunu kimbilir kaç kez izlemişti, bıkmıştı ve yeni bir şey görmek istiyordu, ben ise bu klasiği ilk kez izleyecektim. Babamla Devlet Tiyatroları’nda nice enfes eserler izledim. Edebiyat sevgisi yanında, küçük yaşta, tiyatro, sinema, opera, bale sevgilerimin doğuşunda hep babam vardı yanımda.
Basılı eserlerinden artık maalesef hiçbiri kalmadı piyasada. Bizlerde ise sakladığımız imzalı birer kopyaları var. Biz göçünce onlara ne olacağı ise meçhul.
Eserlerinin adları şöyle:
Güneş Rengi Kadehlerle (Şiirler, 1958)
Gerçek Hayali Aştı (Şiirler, 1969)
Halkımız ve Sanatımız (Denemeler, 1970)
Bir Yeni Dünya Kurmuşum (Şiirler, 1974)
Söylemek Yaraşır (Denemeler, 1978)
Sanatçı Dostlarım (Denemeler, 1979)
Zaman Perdesi (Şiirler, 1983)
Hatıraların Işığında (Hatıralar, 1984)
Aynı Yolda (Denemeler, 1986)
Mısralarda Gezinti (Denemeler, 1990)
Güzelliklere Doymam (Şiirler, 1995)
Altmış Yılın Hikayesi (Otobiyografi, 1999)

Ablam Oya Çınarlı, soranlara, boynunu büküp “Yok” demekten bıktığı için, geçen yıl (2014) babamın şiirlerinden bir kitap derledi. Önemli ve sevilen şiirlerine öncelik verildi, az sayıda da, edebi açıdan belki daha az önemli, ama sevdikleri için özel anlam taşıyan şiirleri kondu. Çok bilinen ve sevilen şiiri “Gülüm” kitabın adı oldu. (Gülüm internet üzerinden temin edilebilir.)
Yazımı “Cengimiz Can İledir” şiiri ile bitiriyorum:
Cengimiz Can İledir
Dört taraftan kuşatıp kaç senedir
Zorlayış, vazgeçiversek diyedir.
Şerefin, haysiyetin, doğruluğun,
Bu kadar üstüne gitmek niyedir?
Belli yıktıkları hep fırtınanın,
Yeniden ektiği şeylerse nedir?
Her esip geçmede bir dal kırdı,
Bu sefer vurması öldürmeyedir.
Aklımız sustu ve teslim oldu,
Cengimiz kalp iledir, can iledir.
Mehmet Çınarlı
* Bu yazıdaki fotoğraflar ilk kez yayınlanmaktadır.
Bahar Çınarlı / Bizim Anadolu / Ağustos 2015
– *** –