EKİN / YAZIN / SANAT


Filmim karamsar değil diyen Eylül'ün yönetmeni Cemil Ağacıkoğlu: "Her birey yalnızdır aslında"


ÖMER F. ÖZEN

Bu yıl 35. Montreal Dünya Filmleri Şenliği'nde önemli ölçüde Türk filmi gösterildi. Bunlar arasında Cemil Ağacıkoğlu'nun 'Eylül' filmi, Mustafa Nuri'nin 'Vücut' filmleri yarışmada gösterilirken, Derviş Zaim'in Kıbrıs'ta 1960'larda geçen iki toplum arasındaki acıları öyküleyen 'Gölgeler ve Yüzler' adlı filmi Şenliğin önemli bölümlerden olan Yarışma Dışı bölümünde yer aldı. Dünya Sinemasına Bakış bölümünde ise şu Türk filmleri gösterildi: Orhan Oğuz'dan 'Hayde Bre', İlksen Başarır'dan 'Atlıkarınca', Sedat Yılmaz'dan 'Press' ve Atilla Cengiz'den 'Oğul'. Geniş bir izleyici kalabalığı toplayan Türk filmlerinden Türkiye'de bu aralar gösterime giren, baş rollerini Görkem Yeltan, Turgay Aydın ve Elena Polyanskaya'nın paylaştığı 'Eylül'ün yönetmeni Cemil Ağacıkoğlu'yla filmi üzerine konuştuk. Sorularımız ve aynı zamanda ünlü bir moda fotoğrafçısı olan Cemil Ağacıkoğlu'nun yanıtları şöyle oldu:

- Kendinizden söz eder misiniz biraz?
- Liseden sonra Güzel Sanatlara gittim, resim bölümüne. Fakat 80 olaylarından dolayı okulu bırakmak zorunda kaldım. Çok uzun yıllar tekstil ticaretiyle uğraştım. Daha iki üç yıl oldu bırakalı. Lise yıllarından beri fotoğrafa merakım vardı. Çektiğim fotoğraflar çok beğenildi. Benim de resimden sonra fotoğrafa karşı ilgim bayağı büyüdü. Sonra amatörce duygularla fotoğraf çekmeye başladım. Fotoğraf hayatımda çok ciddi yer kaplamaya başladı. Sergiler açtım. Açmış olduğum bu sergiler sonucunda profesyonel hayatım da sanatçıların fotoğraflarını çekmekle başladı. Bu sergilerde, 1993'te açmış olduğum 'Hasırın Öyküsü' gibi, ben aslında içimden geldiği gibi yapıyordum ama, çevremin, hocalarımın bunların bir tema üzerinde olduğunu belirtmeleri, benim kalbimin de sinemada olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Sinemayı çok seviyorum. İnandığım sinemada, gerçeğe çok yakın sinema yapmaya çalışıyorum. Oyunculuk anlamında, sanat anlamında, ışık olsun, her şeyde gerçeğe yakın olmasını arzu ediyorum. Daha gerçekçi, beden dilimizi olduğu gibi anlatmayı seviyorum.

- Bu sizin ilk uzun filminiz. Daha önce kısa film yaptınız mı?
- Bundan önce dört kısa film yaptım. Biri fotoğrafları arkaya arkaya kurgulayarak, 2005'te yaptığım bir işti. 2008'de Polis diye bir kısa filmim oldu. 2006'da İp adında bir filmim oldu. Bir de bir sunumum oldu. Ayrıca 20 kadar da video klip çektim.

- Filminizde -salonda da söylediniz, yaşamamızdın bir parça gibi, son dönemlerde büyük bir hareketlilik yaşıyoruz, bazan kaoslar birbirini izliyor. Acaba tüm bu kalabalık, bu keşmekeş içinde siz durup insanın iç dünyasına mı bakmayı seçtiniz? Ya da sıkışmış yaşamlar var, onu mu ortaya çıkarmaya çalıştınız?
- Aslında bakarsanız, o gördüğümüz kalabalığı biz görüyoruz. İçinden bir kişiyi aldığınızda, biz aslında çok da farklı değiliz. Bizim gördüğümüz kalabalık genel bir görüntüdür. Ama her bireyin kendi içinde bunun gibi, buna yakın, dünyanın her yerinde, sadece Türkiye için değil, kendi yalnızlığını yaşadığını düşünüyorum ben. Yani (bunun tersi kişinin) kendini çok ayırdığını, çok soyutlamak olduğunu düşünüyorum. Bütün hayatımızda, ailemizin içinde de aynı duyguları yaşıyoruz. Biz aslında yalnızız. Bunu çok abartmak için söylemiyorum ama, her birey doğduğundan itibaren yalnız(dır). Çocuklarımız, eşimiz, sevgilimiz... Bir problem olduğunda herkes kendi kulvarına koşuyor.

- Şunu mu söylemek istiyorsunuz?: Gördüğümüz görece bir kalabalık. Bu insanları tek tek ele aldığımızda onların yaşamış olduğu yalnızlığı göreceğiz...
- Tabii ki. O şehrin gürültüsünü, kalabalığını biz görüyoruz. Tabii uzaktan baktığımızda, örneğin bir uçağa bindiğinizde, yükseldikçe, uzaklaştıkça onlar, yüzlerce, binlerce milyonlarca kişiyi uzaktan izliyoruz ve bir özelliği kalmıyor. Hepsi bir oluyor. Tam tersini yapıyoruz aslında. Yeryüzüne inip yüzlercenin, onlarcanın içinden birini seçtiğinizde, onun dünyasını keşfediyorsunuz. Ya da bu film onu yapmaya çalışıyor.

- Burada söz konusu olan, söz edilmeyen, yaşanan ama gündelik yaşamımızı mı göz önüne sermeye çalışıyorsunuz?
- Aslında şöyle: Filmden söz edersek, örneğin Aslı karakterinin saldırgan görülmesi, gerçekte onun kendi kendisiyle uğraşması. Hasta, canıyla uğraşıyor. Onun derdi başkasıyla değil. Bugün öksüren, nezle olan bir insan bile diğer insanlarla bağını azaltıyor. Kendine odaklanıyor. Burada kendi içinde bir yaşam mücadelesi var, bir kadın. Dolayısıyla kendiyle alakalı. Yusuf'u görmüyor ya da görmek istemiyor. Orada herhangi biri olabilirdi onun hayatında. Köye gittiğinizde, annenin kardeşiyle olan diyalogu. İkisi birbiriyle, bu yaşa gelmişler, hâlâ bir iletişimleri yok. İkisi de yalnız aslında. İkisi birbirinden şikâyet ediyor. Çünkü herkes kendi içindeki doğruyu yaşamaya çalışıyor. Yusuf'un da bir farkı yok aslında. Elena da aynı aslında. Sinirli, şefkate ihtiyacı olan Namık da aynı. Evet, dış dünyada, o kalabalığın içinde vuran bir adam. Ama yalnız kaldığında daha şefkatli bir adam.

"Kendi hayatımızda kendi filmimizi yaratıyoruz"

- Benim bu öyküde gördüğüm, sanırım izleyici de aynı kanıya varmıştır, Elena'nın dışında hemen herkes bir çıkış arıyor. Örneğin Yusuf, Elena'yla belli belirsiz bir ilişkiye girmiş oldu ama... Ama örneğin bunu Aslı karakterinde görmedik. belki dediğiniz gibi o kendi dünyasında.
- Aslında o kendi çıkışını halletti. Onun çıkışı anne rahmine geri dönmekti. Tabii ki benim hayalimde, o evine döndüğü zaman, oradaki cenaze namazı, mevlit, aslında benim dünyamda, Aslı'nın cenaze namazıydı, mevlidiydi. İlle de Aslı'yı öldürmenin gereği yok, göstermenin de bir gereği yok. O duyguları yaşadığımızda aklımızda hayal etmemiz, o anı görmemiz bile, çok onu tetiklemese bile, ama onu hissettiren bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir de çok karamsar gibi yorumlar yapılıyor. Karamsar değilim ben. Karamsar değilim hem de, yaptığımız filmin bir yerlerinde herkesin aradığı bir şeyler olması... Hayatımızda öyle bir şey yok. Ben üç gündür Montreal'deyim, kaç tane 90 dakikalık film yaşadım aslında. Hiç de fazla bir şey yapmadım. Oturdum, kalktım, burada kahve içtim. Yani, hayatımızın bir bölümün anlatırken ille de iniş çıkış yok.

- Onu insan olarak bazı simgesel anlamlar yükleyerek kendimiz mi abartıyoruz?
- Abartmıyoruz. Bu istekle alakalı bir şey. Hoşlandığımız şeylerle alakalı bir şey. Ben böyle seviyorum kahveyi. Benim sevdiğim kahve, benim sevdiğim yaşam biçimi bu. Benim hayatımda çok inişler çıkışlar olmayabilir ya da olabilir.

- Bu söyledikleriniz bana şunu anımsattı. Hani bazan yıllardan, sayılardan söz ederiz; 21. yüzyılda bu olur mu' gibisinden bir şeylerden yakınırız. Aslında doğanın sayılarla bir derdi yoktur. Sayıları, tarihleri yaratan biz insanlarız.
- O tarihi ortadan kaldırsak, ne getirdi, ne götürdü, ne değişti? Bize ne kazandırdı? Bilmiyoruz aslında.

- İnsanlar yaşamını bir biçimde yaşıyor. Peki acaba yaşadıklarını önemsemiyor mu?
- Bilmiyoruz ki. Özelimizi bilmiyoruz aslında. Filmde benim seçtiğim sakinliğin olması... Ne olmalıydı yani? İlle de bitakım kavgalar mı olması gerekiyordu? Tabii ki bu, sinema seyircisinin alıştığı bir şey bence. Her filmde belirli noktalarda konan hareketli sahneler, seyirciyi yerinden kımıldatmak... Bu filmin öyle bir derdi olmadığını düşünüyorum. Zaten öyle bir derdim olsaydı, on yıl önce de yapardım film.

- Herkes bir biçimde sinema yapıyor, böyle de yapılabilir mi demek istiyorsunuz acaba?
- Aslında değil. Ben fotoğrafçıyım aynı zamanda, moda fotoğrafçısıyım. İşlerime baktığınız zaman tamamen ters bir durum var. Ama sinema benim özelim. Sinema bütün ruhumla, karakterimle yaşayarak yapmış olduğum bir iş. Fotoğrafta da, iş olmayan fotoğraflarımda da, sergilerde de şunu söylerdim hep; yaptığımız işlerde, biz fotoğrafı araç olarak kullanalım. Ve orada, benim herhangi bir fotoğrafıma baktığınız zaman, Ömer Bey, arkadaşlar, benim kimliğim hakkında bilgi sahibi olsunlar. O yüzden salonda onu söyledim arkadaşa; karamsar, karamsar değilim. Ama işlerim böyle. İşlerimin 20 yıldır tamamı böyle. Bir tane aralarında farklı bir iş yok. Evet, ben ölümü seviyorum.

- Yaşamın gerçeği aynı zamanda.
- Evet, yaşamın gerçeği. Ama ille de karamsar bir şey yapayım anlamında değil.

- Böyle bir kaygınız olmadı.
- Ben öyle değilim. Ama işlerim böyle. Küçük bir ekiple çalıştık, onlardan söz etmek istiyorum. Gerçekten birbirini seven, filmi çok düşünen, onların beni sevdiği gibi benim de onları inanılmaz sevdiğim çok güzel bir ekiple çalıştım; oyuncularımla, Turgay ve Görkem'le...

Çalışma şeklim şöyle aslında: Yazmadan önce oyuncuları biliyorum ben. Ana oyuncuları her zaman bilirim. Oyuncunun diksiyonu, tavrını bildiğim için, bazı şeyleri ona göre yazarım. İş bittikten sonra da... bu işle alakalı şunu söyleyebilirim; bittikten sonra snopsisin aynısını çektiğimi gördüm. Bire bir. Görkem'in, Turgay'ın -kendi adıma söylüyorum- oyunlarından, oyunculuk güçlerinden çok mutluyum.

Genelde böyle söylenir ama, ben gerçekten yaptığım işten, çektiğim filmden çok mutluyum. Bazan belki kurguda bir şeyler yerine oturmaz diye ek sahneler falan çekilir ve onlar kurguda yerlerine oturtulur. Hayır, ben fazladan bir şey çekmedim. Benim istediğim buydu. Bundan hoşnutum. Bu kadar.

- Bu bir ilk film ve burada kalmayacak değil mi? Devam edeceksiniz...
- Tabii ki. Ocak ayından sonra yeni projemiz var. Bu ay çekimine başlayacaktık ama Ocak ayına kaldı. Hatta şimdiden filmin adını da söyleyebilirim: Özür Dilerim. Evet filmin adı 'Özür Dilerim'. Yazıyoruz boyuna...

- Peki, oyuncularımı önceden tanıyorum dediniz. Baş oyuncuları da söyleyebilir misiniz?
- Evet, Güven Kıraç.

- Filminizi altmışlı yılların Fransız Gerçekçi sinemasına benzetiyorum ben biraz. Acaba son dönemde gelişen, bir anlamda uzun bir durağanlıktan sonra tırmanışa geçen Türk Sinemasında dizilerden, güldürü ya da dramalardan sonra, değişik bir film mi yapmak istediniz?
- Siz söylerken ben de düşünüyordum ve 90'lı yıllara gidip fotoğraflarıma bakıyorum. Ama ben zaten hep beyle yapmışım. Benim için değişen bir şey yok. İnsan neresinden bakarsanız bakın, yalnızdır.

- Ama Cemil bey kendimize kondurmayız. Kişi oğlu ya da kızı, olayları hep dışımızda tutmaz mıyız? Kendimizden söz etmeyi sevmeyiz.
- Ama bu insanın yalnız olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Şikâyet ediyoruz birçok şeyden ama kopmak da istemiyoruz. Evli olabiliriz, ailemiz çok geniş olabilir. Arkadaş onu söyledi bana. Bir genç kızımız şöyle bir şey söyledi; 'biz bu kadar yalnız mıyız, neden böyle anlattınız?' Biz dedi, 'herkes birbirine yardım eder, birbirini kollar...' Evet. Ama sen buradasın. Yalnızsın işte. Bir sorun olduğunda ailen yanında yok. Olsa da hiç kimse kimsenin yerinde olamaz. Bir şeyi yaşıyorumdur. Siz ancak ne yapabilirim dersiniz. Ama yaşayan benim bunu. Ben bunu anlatmak istedim filmde.

Son olarak şunu söyleyebilirim. Buraya geldim, örneğin sizinle tanıştım, başka insanlarla tanıştım. Böyle bir ortam oldu. Gerçekten insanları çok seven biriyim. Bu film sayesinde oyuncularımla tanıştım. Onlarla çok iyi ilişkiler kurduk. Bu beni çok mutlu etti. Evdeki odamda çalışırken, geldim Montreal'de bir sürü film seyrettim. Yazdıklarımız örneğin o Zeynep arkadaşın ya da şöyle diyeyim, bir kişi bile olsa gönlünde bir yerlere dokunmuşsa bu beni mutlu etti. Sinemayı gerçekten çok seviyorum. Dolayısıyla bunun dışındaki çekişmeler falan beni hiç ilgilendirmiyor.

- Sanatçı çağından sorumlu olmalı mı?
- Ben insana dair şeyleri seviyorum. Ben de insanım, elbette ki ben de bir şeylerden etkileniyorum. Ben soyut yaşamıyorum. Hayatın içinde yaşayan bir insanım. Dolayısıyla ben burada Elena karakterini kullanırken, 'aa, bi tane Rus kız koyayım' demedim. Ama İstanbul'da her yerimiz Rus oldu artık. Tüm sokaklarımızda bunların örnekleri var. Bu insanlar hayatımızın ortasında, içinde. Duyuyoruz, görüyoruz, gazetelerde falan. Örneğin kaçak içkiden 7 Rus kadın öldü. Bundan etkilenip bir şey yapabilirsiniz. Ama bunu kocaman kocaman da anlatmayabilirsiniz. Onu kendi dünyası içinde bir biçimde anlatmaya çalışırsınız. Kendi hayatımızda kendi filmimizi yaratıyoruz.


Ağustos 2011