AKP’nin 18 Yıllık İhaneti
AKP’nin 18 yıllık ihanetini CHP AB Temsilcisi Kader Sevinç anlattı.
CHP’nin Avrupa Birliği bünyesinde temsilciliğini yapan Toplumsal Girişimcilik alanında ödülleri olan Kader Sevinç AKP’nin 18 yıllık Avrupa Birliği (AB) ihanetini yazdı.
Gülen çetesinin AKP eliyle Türk Dışişlerini dışlayıp Avrupa kulislerinde gezdiklerine ve bu oluşumu eski solculuktan liberalliğe dönen bir güruhun parlatıp desteklemiş olduğuna dikkat çeken Kader Sevinç, Türkiye’nin para ve şantajla bir mülteci kampına düşürüldüğünün altını çizdi.
Tüm bu ‘strateji’ içinde ‘Şahsım’ın kazancının ne olduğunu da sorgulayan Kader Sevinç, bir şey yapmadı diyenlere yönelik olarak CHP’nin her aşamada ağırlığını koyduğunu, uyarılarını yaptığını belirtti.
Toplumsal paylaşım ortamında yayınlamış olduğu anılarında Kader Sevinç şunları dile getirdi (Başlıklar ve çok sınırlı dilbilgisi düzeltmeleri gazetemizce yerine getirilmiştir.):
“Bu Tweet zinciri 15 yıl boyu AB koridorlarındaki deneyim ve şahsi izlenimlerime dayanmaktadır.
Gelin 2002 yılı Kasım ayına gidelim.
Erdoğan henüz sadece AKP lideri ve bu unvanla Yunanistan Başbakanı Simitis tarafından Atina’ya davet ediliyor.
Erdoğan Yunanistan Başbakanı’na Atatürk ile Venizelos döneminde iki ülke arasındaki ilişkileri hatırlatıyor ve “stratejik ortak” olalım diyor.
Oluyorlar da.
Ama Türkiye ve Yunanistan arasında bir stratejik ilişkiden çok Erdoğan ve Yunanistan arasında bir stratejik ortaklık.
Bu ziyarette Erdoğan’a Yeni Şafak’tan Nazlı Ilıcak eşlik ediyor.
Erdoğan’ın ona “beraber yürüdük biz bu yollarda” dediğini gazetelerden okuyacağız.
Ilıcak henüz Erdoğan döneminde hapse gireceğini, yalvarıp af dileyen mektuplar yazacağını bilmiyor. Mağrurca Erdoğan’ı övüyor.
Yunanistan Başbakanı ile bu görüşme kapsamındaki basın toplantısında partisinin AB’nin istediği gerekli tüm yasal düzenlemeleri yapacağını vurguluyor.
“İnsan hakları konusundaki kararlar geciktirilmeden uygulanacak. İşkenceye izin vermeyeceğiz” diyor Erdoğan.
Nazi söylemi yok…
Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreou, Başbakan Simitis ile AKP Genel Başkanı R. T. Erdoğan’ın yaptıkları bu görüşmeyi ”Tarihi önemde” diye niteliyor.
Yunanistan’ın henüz parti lideriyken Erdoğan’a verdiği bu destek ve stratejik ortaklık yıllar boyu sürecek.
Hatta daha o görüşmede Papandreou bunun ilk sinyalini Brüksel’de başlayacak AB Dışişleri Bakanları toplantısında, bu görüşmeyi meslektaşlarına aktaracağını söyleyerek veriyor.
Yunanistan çok memnun bu “tarihi önem” taşıyan görüşmeden.
Keza Erdoğan da.
Yunanistan Başbakanı bir şey daha söylüyor:
”Toplantıda, yeni Türk hükümetinin 4 Aralık’ta yapılacak güven oylamasına kadar Kıbrıs’ta müzakerelere başlama konusunda güçlükleri olduğunu karşıtlarıma aktaracağım.”
Buradan Erdoğan’ın görüşmede ne söylediğini siz çıkarırsınız.
Yunanistan bu arada Kıbrıs’ın adada çözüm olmadan AB’ye tam üyeliğini sağlıyor.
Daha 2002’deki o görüşme sırasında Yunanistan Hükümet Sözcüsü, “Bu konuda kararlıyız. Kıbrıs’ın (Rum Kesimi) ilk üye olacak ülkeler dalgası içinde olmadığı bir AB genişlemesi söz konusu olamaz” diyor.
Stratejik ortak Erdoğan’dan bir itiraz duymuyoruz orada buna yönelik.
Nihai olarak 2005’te Türkiye AB ile resmi olarak müzakerelere başlıyor.
Yunanistan Türkiye’nin müzakerelere başlaması için lobi yapıyor AB içinde.
Stratejik Ortak
O yıllarda Avrupa Parlamentosu’nda görev yapıyorum.
AB kurumlarındaki tüm Yunanlılar Erdoğan’ı övüyor. Toz kondurmuyorlar. Erdoğan’dan öncesi çok kötü ama Erdoğan harika.
Tam olarak Türkiye’yi değil, Erdoğan’ı.
Stratejik ortaklık tam gaz devam ediyor.
Not etmek gerekir:
Gülenciler ve “liberaller” denen grup Brüksel’e hem sık sık gelip gidiyor hem de burada yerleşik olarak bu mesajların yayılımını başarıyla yapıyorlar.
Koro halinde Erdoğan’ın Türkiye ve AB için şans olduğunu tekrarlıyorlar.
Tersine görüş bildireni linç ediyorlar.
‘Türkiye Erdoğan öncesi demokrasi değildi ve Erdoğan ile demokrasi oluyordu’. Tekrarlanan mesaj buydu.
Tersini söyleyenlere hem ülke içinde linç var hem de Erdoğan’ın AB içindeki stratejik ortaklarından linç var.
AKP, hem Gülenciler hem liberaller, hem de dışarıdaki stratejik ortaklarıyla Voltranı oluşturmuş durumda.
Voltranın bir kısmı hapiste, bir kısmı yurtdışına kaçmış durumda bugün.
O gün koro halinde söylediklerinin tersini tekrar ediyorlar hep birlikte.
Bu süreçte en büyük saldırıyı CHP ve CHP’liler görüyor.
CHP bir Cumhuriyet projesi olarak AB ile entegrasyona sahip çıkıyor ve mecliste AB uyum yasalarına evet oyu kullanıyor; ve elbette Türkiye’nin ulusal çıkarları konularında da gerekli uyarıları yeri geldikçe yapıyor.
CHP için ‘imtiyazlı ortaklık Türkiye’yi bekleyen bir risk; buna düşmemek gerekiyor. Türkiye olacaksa tam üye olmalı, karar masasında oturmalı’.
CHP konuya tamamen partiler üstü bakıyor, fikir ayrılıklarını dışarı yansıtmıyor.
Lakin AKP’nin Voltranı dışarıda başka bir oyun kurguluyor.
AKP Sürekli Muhalefeti Suçluyor
AKP’nin Voltran korosu, “iktidar reformları yapacak ama muhalefet bırakmıyor” mesajını fısıltıyla tekrarlıyor.
Tüm partilerden milletvekillerinden oluşan meclis heyetleri AB ile görüşmelere gelince görüntüde AKP milletvekilleri gayet partiler üstü bir söylem içindeler…
Görüntüde, çünkü AKP dışındaki partilerin milletvekillerinin bilmediği 2 şey var:
1. Voltranın fısıltıyla TR’de iktidarın yaptıklarının muhalefete fatura edildiği,
2. O meclis heyeti görüşmelerine paralel olarak AKP’lilerin görüşmeler yaparak muhataplarına muhalefeti kötülediği.
Bu süreç içinde Yunanistan ile stratejik ortaklığa ek olarak dikkati çeken diğer bir unsur ise ateşli bir TR karşıtı olan, imtiyazlı ortaklığı savunan Hıristiyan Demokratlar’ın (ki Almanya bunun başını çeker) birden bu konuda sessizliğe bürünmesi ve Erdoğan’ı alkışlamasıdır.
Açık olan bir şey var, o da Türkiye’deki gerçek demokrasi savunucularının söylemleri Avrupa’daki TR karşıtlarının hiç işine gelmemektedir.
Çünkü onların siyaseti TR’yi laik demokratik bir Cumhuriyet olarak karşılarına çıkaracaktır. O da TR’yi daha zorlu bir muhatap haline getirir.
TR’yi AB’den yeterince uzakta ama imtiyazlı ortaklıkta arzu edilen AB çıkarlarını sağlayacak yakınlıkta bir yerde tutmak için AB içindeki TR’nin karşıtı grubun pseudo bir demokrata ihtiyacı vardır.
O ortak bulunmuştur.
Stratejik ortağın rolü demokratikleşiyormuş gibi yapmaktır.
Aynı dönemde AB içindeki samimi olarak TR’nin üyeliğini destekleyenler de bu koronun etkisi altında “Erdoğan Türkiye’ye demokrasi getiriyor” yanılsaması içindedir.
AKP çeşitli kanallarla Brüksel’de düşünce kuruluşlarına finansman sağlıyor, seçmece gazeteci heyetleri gönderiyor…
O dönemde Brüksel’e gelen bakanlar önce Gülen cemaati kuruluşlarını ziyaret edip bilgi alıp, ondan sonra T. C. Daimi Temsilciliği’ne gitmektedir.
Esas stratejinin de Dışişleri değil, cemaat üzerinden yürüdüğü gözlemlenmektedir. Dışişleri pasifize edilmiş, araçsallaştırılmıştır.
Stratejik ortaklar da bu durumdan memnundurlar. Muhatapları Türk Dışişlerinden daha çok Gülen cemaati gibidir. Onlara arka veren referansları da Erdoğan’dır.
2005’te TR, AB ile müzakerelere başlar başlamaz adeta üzerine anlaşılmış gibi reform sürecinden uzaklaşılmaya başlamıştır.
Yunanistan’ın Erdoğan iktidarlarının ihtiyacı olan her anda ister destek, isterse kriz yaratma oyunu suretiyle stratejik ortaklığa helal getirmediğini görüyoruz, bu ve takip eden süreçte de…
Brüksel’de Yunanlı temsilcilerin Erdoğan işlerine geldiğini açıkladığına da şahit olunuyor.
Yunan muhatabınızın ne demek istediğini sorguladığınızda bu stratejik mutabakatın izlerine de rastlıyorsunuz.
Bütün bunlar olurken kötü polis rolünü G. Kıbrıs, AB üyesi ülke olarak oynamakta.
Kıbrıslı Türkler Annan Planı’na “evet” demiş, K. Rumlar “hayır” diyerek tüm ada adına tam üye olmuşken, hem K. Türkler ambargo altında, hem Türkiye bundan zarar görüyorken; AKP hükümetinin sistematik biçimde bu konudan sakınması, alanı bilinçli olarak boş bırakmasının anlamı nedir?
Kıbrıs konusundaki bu namevcudiyetten (olmayan BA) olayın taraflarından hangi aktörler nemalanmaktadır?
Çok ilginç olaylar cereyan etmekteydi.
Örneğin:
Brüksel’de hakaretamiz ifadelerle ülkemize saldırıldığı toplantılardan birinde, G. Kıbrıs Dışişleri Bakanı yine saldırgan ifadelerle konuşuyordu.
Yetkili Diplomatın Yetkisizlik Bahanesi
Konuya bakan diplomatımız da toplantıdaydı. Haklı olduğumuz bu davada savlarımızla yanıt verip vermeyeceğini sordum.
Yanıtı…
Diplomatımızın yanıtı öfkemi katladı.
“Hayır, ben sadece not alacağım, konuşmaya yetkim yok” dedi.
“Ne zamandan beri Türk diplomatları hakarete uğradığımız bir ortamda haklarımızı savunmak için yetki tebligatı bekliyor? Göreviniz zaten bu yetkiyi size veriyor” diye yanıtladım.
Bu konuşmanın ardından o toplantıda ben söz istedim ve savlarımızı savundum ve o bakana gereken cevapları hak eden netlikte verdim.
Yanılmıyorsam o sırada AP’de görev yapıyordum.
Kimse benden böyle bir çıkış yapmamı istememişti. Bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak konuşuyordum.
Lakin bu olay gururuma dokunmuş ve bu konuda alanı nasıl G. Kıbrıs’a terk ettiğimize öfkelenmiş, bir anlam da verememiştim.
Yanıtında kendini düzeltmek zorunda kalan G. Kıbrıslı bakanın şaşkınlığından bunu beklemediğini görmek de kolaydı.
İlerleyen zamanda başka şeylere de şahit olacaktım.
“Eyy… nidalı konuşma”
Örneğin Erdoğan’ın Türkiye’de yaptığı “Eyy…” nidalı konuşma ve çıkışların, Brüksel ve AB başkentlerinde “efendim kendisi öyle düşünmüyor aslında, biliyorsunuz seçimler yaklaşıyor, iç kamuoyuna yönelik mesajlar veriyor” biçiminde kapalı kapılar arkasında savunulduğuna, karşı tarafın da “önemli olanın istediğimizi almamızdır, gerisi önemli değil” şeklinde baktığına, TR’de iç kamuoyuna üst perdeden restlerle şov yapılırken gerçekte bambaşka bir ton olduğuna, alışverişin sürdüğüne şahit oluyordum.
Bu al gülüm ver gülüm sistemi Hıristiyan Demokrat kamp için 2013’e kadar sürdü. Gezi protestoları en büyük kırılma noktasıydı.
Erdoğan Olduğu Sürece…
Çünkü artık Erdoğan’ın antidemokratik uygulamaları geri dönülmez bir noktaya gelmiş, neredeyse istese de dönemeyeceği bir duruma kendini hapsetmişti.
Artık Türkiye karşıtı grubun ve stratejik ortakların hesabı tutmuştu.
Erdoğan olduğu sürece Türkiye istedikleri mesafede duracak ve tam üyelik yolunu da gerçekte fazla zorlamayacaktı.
Türkiye’de demokrasi raydan tamamen çıktığında kartlar yeniden dağıtılırdı. Ki öyle de oldu.
Kartlar yeniden dağıtıldı. Erdoğan’ı alkışlayanlar, demokrasi kahramanı ilan edenler aniden dönüp Erdoğan’ın uygulamaları nedeniyle TR’nin AB müzakerelerinin kesilmesi gerektiğini, çünkü artık Kopenhag kriterlerini karşılayan bir demokrasi olmadığını savunmaya başladılar.
Onlar için zaten zayıf ve içi boş olan coğrafi tanımlar, Müslüman toplum, kalabalık ülke argümanlarının artık gereği kalmamıştı. Erdoğan sayesinde Türkiye kendi kendini diskalifiye ediyordu.
Bu TR’nin katılımcı bir ülke değil, üçüncü ülke sınıfına defakto (oldu bittiyle BA) itilmesi de demekti.
Doğrusu bu üçüncü ülke konumu Türkiye’nin derin AB entegrasyonu ve coğrafi konumu itibariyle zaten imtiyazlı ortaklık demekti.
Türkiye’deki iktidar da tam bunu istemiyor muydu?
AB tam üyelik müzakerelerinin demokrasi gerektiren çerçevesini istemiyor, raporları çöpe atıyordu.
Bloke edilen başlıkları gerekçe ediyor, “biz o Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar uygularız” deniyor ama bir milim yol alınmıyordu.
Havada uçuşan restler, hezeyanlar arasında “komşularla sıfır ilişki”ye dönüşecek “komşularla sıfır sorun” diye bir şey ortaya atılıyordu.
Türkiye AKP iktidarının elinde oradan oraya savrulmaya devam ederken giderek daha fazla sayıda ülkenin düşmanlığını kazanmayı başarıyordu.
Buna rağmen stratejik ortaklıklar da ilginç biçimde sürüyordu.
TR’nin AB müzakerelerinin kesilmesine en çok Yunanistan karşı çıkıyordu.
Türk Dışişleri’nin tam kadro katıldığı ama kendileri ve yandaş kurum temsilcileri dışında pek kimsenin olmadığı AP’deki toplantılarda G. Kıbrıslı milletvekilleri başkonuşmacı oluyor, Türkiye’nin etkinliklerinde heyetlerin girişlerini, konuk edilmesini Yunan milletvekilleri sağlıyordu
Zaten Avrupa Komisyonu’nda ana muhatapları da Yunanlı ve G. Kıbrıslı AB Komiserleri ve sözcü haline gelmişti çoktan.
Türkiye Açık Mülteci Kampı
Mülteci anlaşması sürecinde AB tarafından hemen sahaya yine bu aktörler sürüldü. Elbette Merkel ve Hıristiyan Demokratlar işin başındaydı.
Türkiye’yi iyiden iyiye üçüncü ülke konumuna iten ve hatta bence son derece küçük gören bir teklifti mülteci anlaşması. Para karşılığı mülteci geçişini engelleterek Türkiye’yi bir açık mülteci kampına çeviren bir anlaşma.
Açık mülteci kampı olma karşılığında biz ne alıyorduk?
Teklif kötüydü. Nihai hali daha da kötü fakat, eğer Davutoğlu’nun müzakere ettiği biçimde ilerlenmiş olsaydı, yani anlaşma karşılıklı uygulansaydı TR’ye vaat edilenler:
– Vize serbestisi (72 maddenin 67’si geçmişti),
– Müzakere başlıkları açılarak AB müzakerelerinde ilerleme,
Peki bunları aldık mı?
Hayır.
Bunları almak için söz verdiklerimizi yaptık mı?
Hayır.
Ülkemizi açık mülteci kampına çevirdik mi?
Evet.
Bundan kim kârlı çıktı?
Stratejik ortak.
Vize serbestisi için gerekli 72 maddelik değişikliğin 67’si hızla mecliste geçirildi.
AB içinde TR’nin bu düzenlemeleri hızla yapmasının AB’yi vize serbestisini uygulamaya zorlayacağı için huzursuz olanlar vardı.
Fakat AB ülkeleri iç kamuoyu nedeniyle o kadar zordaydı ki…
Sonunda ne olduysa oldu ve Davutoğlu başbakanken Erdoğan tarafından görevden alındı.
Ardından da AB’den alacaklarımızın hiçbiri talep dahi edilmeden kenara kondu; mülteciler için kullanılmak üzere, mültecileri ülkemizde tutma karşılığında, 6 milyar Euro için anlaşıldı.
Yani kendimizi para karşılığı AB’nin taşeron işlerini yapan duruma düşürdü iktidar.
Bundan en çok müzakere eden AB tarafı kârlı çıkmıştı.
Hem bağlayıcı sözler altına girmiyor, para dışında Türkiye’ye bu anlaşma sonucu hiçbir şey vermiyor, hem de mültecileri TR’de tutuyordu.
Bu işe en çok sevinen ise doğrudan etkilenen Yunanistan oldu.
Daha bir “stratejik ortak” oluverdi.
Ve Türkiye kendini 6 milyarın şu kadarını verdiniz vermediniz diye patırtı koparırken buldu sahnede.
Yaşanan ulusal çıkar ve itibar kaybını ölçebilecek bir ölçek yok.
Uluslararası müzakerecilik üzerine tez yazmış, hâlâ bu alanda çalışan biri olarak Türk halkının çıkarlarına, ülkenin itibarına yapılan bu ihaneti açıklamam mümkün değil.
Mülteci anlaşmasının yönetim biçimi ve sonuçları Türkiye’yi daha da zayıflatmıştır.
Türkler iyi müzakereciliği ile bilinir ancak mülteci anlaşması deneyimi bizi çarşı pazarlığı seviyesine çekti.
Ya ‘Şahsım’ın Kazanımı?
Üstelik çarşı pazarlığında bile karşılığında elinize bir şey geçer.
TR’nin ulusal çıkarları için bir kazanım olmadığına göre “şahsım”ın kazanımını sormak hakkımız.
Bütün bunlar olurken stratejik ortak Yunanistan’a bakalım.
AB adına Türkiye’de ve Türkçe basında gördüğümüz (yer bulabilen) simalar çoğunlukla bu stratejik ortağın siyasi temsilcileriydi.
Bizim seçimleri Yunanistan neredeyse yüreği ağzında izliyordu hep.
Seçim öncesi dönemlerine denk getirilen, uluslararası profil yükseltme amaçlı içi genelde boş zirveler, ziyaretler hep Yunanistan’ın üst düzey temsilcisi siyasiler ya da onların aracılığıyla oluyordu.
Neredeyse her seçimde aceleyle ilk kutlamayı gönderen de Yunanistan değil miydi?
TR kendini elindeki mültecilerle şantaj yapan ülke konumuna düşürdü.
Yunanistan ve AB alacağını aldı, sınırlarını da daha fazla güvence altına aldı; AB dayanışması da arkasında.
Üstelik bu berbat yönetim sonucunda ABD de G. Kıbrıs’a uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı.
Ülkesine en küçük bir zarar gelmesini istemeyecek bir yurtsever olarak yaşadığımız bu büyük kayıplardan, gelinen konumdan; ülkenin, halkımın çıkarına olmayan her tür “stratejik ortaklık”tan ve hamleden esef duyuyorum.
Eminim yurdun her köşesinde ve yurtdışında önemli görevler üstlenen, benimle benzer duygu ve düşünceleri paylaşan yurtseverler vardır.
Bu tanıklık ve izlenimlerimi dava arkadaşlarımın yanı sıra Türk halkıyla da paylaşma zarureti hissediyorum.”
Bizim Anadolu / 7 Eylül 2020
Şu haber ve yazılarla da ilgilenebilirsiniz: