Son olarak, ‘Türkiye’de tuzu kuru insan pek buralara gelmezdi; daha açık söylemek gerekirse, zengin olan hemen hiç kimse gelmezdi’ demiştik yazıyı bitirirken geçen sefer.
Hani derler ya, “eskiden buralar hep dutluktu” diye, aynen de öyle. Yaletown, Coal Harbour, Olympic Village, River District falan hiç yoktu. Downtown’da (Kentmerkezi) bile gani gani açık alan vardı araba park edecek.
Biz Downtown’daki Pacific Cinematheque’e çok giderdik. Yanındaki arsa tamamıyla boştu ve arabamızı orada ücretsiz park ediyorduk.

VIFF (Vancouver Uluslararası Film Festivali) bazen 1-2 Türk filmi getirirdi. Türkiye ile hemen hiç bir bağ kuramayan Türkler hasret içinde bu filmleri izlemeye giderdi. Hiç unutmam, yine bir film gösteriminde salonda özenip süslenip gelmiş orta yaşlı teyzeler, anneanneler falan vardı. Film ise Türkiye Türkleri’nin “sanat filmi” olarak yaptıkları, Beyoğlu’nun arka sokaklarında geçen, oradaki çarpıklıkları, çeteleri, sokak kadınlarını, cinayetleri falan anlatan bir filmdi. Yani hiç teyzelere göre değildi. Ben bile şöyle bir iç açıcı, Türkiye’nin güzel yönlerini gösteren bir film olsaydı diye düşünmüştüm. Hem Kanadalı dostlarımız bizim hakkımızda ne düşünürdü? Bu ne biçim tanıtımdı?

Robson Sokağı bazı Türklerin buluşma yeriydi. Osman (Kaya) ve Alper (Karadağ) adlı iki arkadaş açık havada tezgâhta gümüş mücevherler satardı. Ben 1992’de Mikrobiyoloji/Genetik alanında UBC graduate studies’den mezun olmuştum. Tıp denklik sınavlarına çalışıp doktorluk sistemine girmeye karar vermiştim. Birkaç yıl boyunca her gün sabahtan akşama kadar Tıp kitabı okuyordum; işim buydu. Tabi sıkılıyordum da. Bir gün Alper’e “Bana tezgâhında iş verir misin?” dedim. O şaşırdı, “Abla size göre değil” falan dedi, ısrar ettim. Sağolsun, beni kırmadı. Ara sıra orada çalışmaya başladım. Çok eğleniyordum. Açık havada gelen geçen turistlerle sohbet ediyor, iyi de satıyordum. Mevsimlerden yaz olmalı. Ders çalışmalarının arasında çok iyi gelmişti bana bu. Türkiye’de figüranlık yaptığını söyleyen Kelebek lakaplı bir arkadaş vardı. Lakabını Kelebek gazetesinin erkek model yarışmasında kazanınca almış. Taksicilik yapıyordu. Tezgâhın önünden geçerken klakson çalardı. Ben kendimi İstanbul’un fakir ama sevimli bir mahallesinde geçen bir Türkân Şoray filmindeymişim gibi hissederdim.
Türkiye’yi evlerimizdeki normal telefon ile arıyorduk ve pahalıydı. Telesekreter bile yoktu ilk yıllarda. Evde değilsen telefonu kaçırıyordun, bu kadar! Anneciğimin vefat haberini bile geç alabilmiştim. Tabi WhatsApp falan zaten yoktu.

Yıllar geçtikçe kafaca bana daha uyan Türkler gelmeye başladı ve arkadaşım oldular. Yıl 2003 falandı. W. Broadway’de iki Türk arkadaşımla konuşa konuşa yürüyorduk. Bir kız bizi durdurdu “Siz Türkçe mi konuşuyorsunuz, yoksa ben yine gaipten sesler mi duyuyorum?” dedi. Çünkü sokakta Türkçe duymak imkânsızdı ve sonradan yakın arkadaş olduğumuz bu kız şizofreni hastasıydı. (Şimdi ise Türkçe konuşurken civarı kolluyoruz, bizi anlayacak birisi var mı diye, çünkü Türkçe duymak olağan oldu). Birlikte yürüdüğümüz arkadaşlarımın biri İlteriş Günay’dı. Böylece, benzer yıllarda TED Ankara Koleji’nde okumuş 3 kişi olmuştuk. İlteriş’le 2004’te dernek yönetim kurulundaydık. O, temeli 2003’te atılmış olan dernek web sitesinin geliştirilmesi ve aktif bir şekilde çalışmasından sorumluydu.

2000’li yıllarda Cornwell caddesindeki Truffles Cafe/Bar’ı (Şimdiki Corduroy) benim çevremin de devamlı gittiği, buluştuğu mekân oldu. Başka kimse olmasa da oraya gidip nev-i şahsına münhasır, çok sempatik, deli derecesinde renkli ve fevri sahibi Haşmet ve orada çalışan Uygar ve Kerem arkadaşlar her zaman sohbete hazırdı. Zaten tanıdıklar da birer ikişer gelirdi. Bol esprili, kahkahalı sohbetler olurdu. Yanlardaki masadaki Kanadalılar da bazen sohbetlere katılırdı. Kurallara meydan okuyan Truffles gece 3’lere kadar açıktı. Önündeki masalarda hem içki, hem sigara içilebiliyordu. Geç saatlerde sadece bizler kalınca bazen kapıyı kapar daha da kafamıza göre müzik çalar, hatta bazen dans ederdik. Haşmet, Uygar ve Kerem sık sık kavga ederler ve bu birisinin “Seni Kovuyorum” veya “İşi bırakıyorum” demesiyle sonlanırdı. Bu tartışmaları dinlemek çok eğlenceliydi ve bizlere meddah gibi gelirdi. Sonradan çok yakın arkadaş olduğum Ayla (Kılıç) (Siyaset Bilimleri Hocası) ve Tamer (Halimoğlu) (Mühendis) ile orada tanıştım. Buluşup sürekli kahkahalar attığımız bir dönemdi. Şekspir’in oynandığı Bard on the Beach sahnesi yakındı. Hiç unutmam, bir gece yan masadaki kişi orada tiyatrocu olduğunu söyleyince Ayla’nın sürpriz cevabı “I don’t think much of Shakespeare” olmuştu. Bunu “Ben Şekspir’e fazla değer vermem” diye tercüme edeyim. Gırgırın sonu gelmezdi. Maalesef Truffles 2008’de kapandı. Bizler bir daha böyle bir mekân bulamadık.

Son 5-10 yılda Vancouver Türkler tarafından tamamıyla keşfedildi. Aramıza yeni, genç değerler eklendi, nüfus arttı. Yenilerin çoğu eğitimli ve varlıklı Türkler. Onlar gelmeden burasıyla ilgili tüm sorularının yanıtlarını alabiliyorlar. Vancouver Bilgi gibi Facebook sayfaları da çok yardımcı oluyor. Aileler Kanada’ya daha ayak basmadan gerekli temasları kurup çocukları için uzaktan okul seçebiliyor, ev alabiliyor, döşeyebiliyor vb. Bunlar bizim dönemimizde imkânsız şeylerdi.

Nüfus arttıkça bölünmeler de yaşanıyor. İnsanların artık seçme lüksü var. “Türklerle Görüşmeyen Türkler Kulübü” adını ben burada ortaya atıyorum. Çünkü o kafada olup sadece birbirleriyle görüşen insanlar var.
Tahminimce Türkler bundan sonra bu nitelikli nüfus artışı nedeniyle daha büyük bir varlık gösterebilecekler. Artık akademisyenlerimiz, mühendislerimiz ve pizzacılarımızın yanında bankacımız, emlakçımız, muhasebecimiz, noterimiz, pastanecimiz, öğrenci derneğimiz, dövmecimiz, grafik tasarımcımız, psikoloğumuz vb, vb var. Var da var. Ancak hâlâ Türk halkının başvurabileceği, boşanma vb gibi basit davalara bakan bir Türk avukat yok. Hukuk ve Tıp Kanada’da en zor girilen bölümler. Denklik alınması da çok zor. Bir başka eksiklik de aile doktoru. Dr. Ketene’nin ve benim peş peşe emekliliğimiz üzerine, büyüyen Türk nüfusu da düşünülürse büyük bir açık var.

Sevinerek ekleyeyim, 19 yaşındayken ailesiyle Vancouver’e göç etmiş olan sempatik gencimiz Emre Kurultay Vancouver’deki UBC Hukuk Fakültesi’ne girmeyi başardı; şimdi 3. sınıfta. Bu UBC Hukuk için bir ilk. Hukuk dilinde İngilizceyi anlayıp yazabildiği, konuşabildiği için, Türkiye’de büyümüş olan Emre için bu başarı o yönden de özel. Daha önce de koro şefimiz Sevgi Doğan’ın Kanada’da büyümüş olan kızı Melis Bittman U of Alberta’nın hukuk bölümüne girip mezun olmuştu. Şimdi BC Hydro’da bura yerlilerinin topraklarıyla ilgili bölümde çalışıyor. Tıp Fakültesi’ne de 2. nesilden 3 gencimiz girmeyi başardı. Aralarında şu anki dernek başkanımız Demet Edeer’in kızı Nazde de var. Acil Tıp uzmanlığı konusunda eğitim görüyor. Bunlar Vancouver Türklerinin tarihinde bir dönüm noktası. Gençlerimizi yürekten kutluyorum.
Sevgili okurlar, kendi yaşadıklarımla süslediğim ‘Eğlenceli Vancouver Türkleri Tarihi’ yazımın sonuna geldiniz. Bu tabii ki resmi bir tarih yazısı değil. Yalnızca kendi gözlemlerimi ve görüşlerimi yazdım. Okuduğunuz için teşekkürler.
Türkiye’den yeni gelenler ve 2. kuşak gençler, Vancouver Türkleri Tarihi yazısının bir sonraki bölümünü sizler şekillendireceksiniz! Bir yazan da bulunur elbet. Umarım başarılarla dolu ve eğlenceli olur.
Vancouver Muhabbetleri-01»
Bahar Çınarlı / Vancouver’de Bahar / Bizim Anadolu / 08 Haziran 2022
Be First to Comment