Cumhuriyetimizin 100. yılı Kutlu Olsun! Bu kutlama basit bir kutlama değildir.
Dönemin en güçlü devletlerinin yanında, onların dışarıdaki ve içerideki maşalarının tüm acımasızlığına karşın, kanla, gözyaşıyla, yoklukla, yoksullukla kazanılmış bir bağımsızlık savaşından yengin çıkarak kurulmuş çağdaş, onurlu bir Cumhuriyet’in kutlamasıdır.
Yüzyıllarca köle olarak yaşamış; köle olarak yaşamakta olduğunun ayrımında bile olmayan bir halkın kendi kendini yönetmeye başlaması kolay değildi.
İnanç, gelenekselleşmiş ve kabul edilmiş biat alışkanlığı bir anda atılabilecek olgular da değildi elbette.
Ta başından beri kafa karıştırıcılar olduğu gibi, o günden bu yana onların ardılları da türlü çarpıtmalarla halkın kafasını karıştırmayı sürdürdü / sürdürüyor.
Bu kafa karıştırma amacını taşıyan bazı savları kısaca incelemeye çalışalım:
– Cumhuriyeti dayatan küçük bir elit, eş deyişle burjuva sınıfından bir kesimdi.
– İngilizler istedi, o yüzden Mustafa Kemal Cumhuriyet’i kurdu.
– Atatürk’ü Anadolu’ya savaşmaya Vahdettin gönderdi, Atatürk sonradan ihanet etti.
– Atatürk saltanatı ve halifeliği kaldırmakla İslam’a kötülük etti, Müslümanları sahipsiz bıraktı.
– Atatürk diktatördü, her istediğini yapıyordu.
– Atatürk yaptığı devrimlerle (en başta da yazı devrimiyle) geçmişle bağımızı kopardı, halk bir gecede cahil kaldı.
– Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri var.
– Atatürk bir düşün adamı değildi.
– Atatürk dönemi demokratik değildi, bir tek adamlık düzeniydi.
Bunlara benzer daha nice savlar var ve tüm bunlar bu yazının sınırları içinde işlenemeyecek denli geniş. Gerçekte pek gereği de yok. Çünkü hepsi birbirine benzeyen kimi uçuk, kimi çıkarlarına ters düştüğü için kinci, kimi de boş inançlarla kafaları yıkanmış kesimlerin iyileştirilemez savları.
Cumhuriyet’i bir avuç burjuva kurdu
Önce şu burjuva devrimciliğinden ya da sınıfından söz edelim.
Bağımsızlık savaşı verenler ve Cumhuriyet’i kuranların hiçbiri burjuva sınıfından değil, hepsi birer halk çocuğuydu. Küçük bir kesim vardı, ancak onlar çıkarları gereği Saray’a yandaş duruyorlardı.
Bugün bazı kesimlerin çıkarları gereği Saraya yandaş durdukları gibi…
Bunların çoğu eğitimini çağcıl eğitim verilen askeri okullarda almış, yetişmiş kesimlerdi. O nedenle aynı zamanda eylemciydiler. Çağı yakalayamamış, iki yüzyıl önce ömrünü doldurmuş olan Osmanlı’nın son dönemi olan; ve II. Abdülhamit’in ülkeyi dışa tamamen kapatıp toplumu 33 yıl boyunca baskı altında tuttuğu bir ortamda yetişmişlerdi. Ve elbette ülkeyi nasıl düze çıkarabiliriz diye kafa yoruyorlardı.
Cumhuriyet’i İngilizler kurdurdu
İpe sapa gelmez savlardan biri de İngilizlerin Mustafa Kemal’e Cumhuriyet’i kurdurduğudur.
Öylesine gülünç bir sav ki; neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
Hangi aklıevvel ya da aklıevveller bunları uyduruyor, bilmiyorum.
Örnek deseniz; İngiltere’nin kendisi krallık. Bugün olduğu gibi, emperyalistlerin kendi ülkelerinde parlamenter sistem ve güçler ayrılığı varken; güçler ayrılığının olduğu, kurumların birbirlerini denetlediği bir düzeni sömürmek istedikleri ülkeler için neden istesinler? (Tek adam rejimine AKP döneminde girildi ve şimdi hiçbir kurumu işlemiyor.)
Tam tersi, İngiltere Türkiye’de Cumhuriyet kurulmaması için elinden geleni yaptı. Elinin altındaki, ki o dönemde İslam toplumlarının önemli bir kısmı kendi elinin altında, sömürgesiydi; her türlü olanağı kullanıp, örneğin Hindistan Müslümanlarını gönderip baskı kurmaya çalıştı vb…
Atatürk’ü Anadolu’ya Vahdettin gönderdi
Savlardan biri de bu.
Teknik olarak evet, doğru; bir Osmanlı Paşası olan Mustafa Kemal’i devlet Anadolu’ya gönderdi.
Ancak olay bu kadar basit değil.
Mustafa Kemal 1918 sonunda Adana’dan döndüğünde işgalin korkunçluğunu çıplak gözle gördü.
İşgal güçlerinin topları Dolmabahçe Sarayı’na çevriliydi. Padişah Vahdettin ve Bab-ı Ali Hükümeti işgalcilerin bir dediğini iki etmiyordu. Elde bir tek Anadolu kalmıştı; o da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni vb arasında peşkeş çekilmeye çalışılıyordu. Ordu dağıtılmış, eldeki silahlar bir bir işgal güçlerine teslim ediliyordu.
Bir ulusun boğazı sıkılıyordu. Ama Dolmabahçe’de oturan ‘Rûy-i Zemin’, ‘Müslümanların Halifesi’ hiçbir şey yapmıyordu.
Mustafa Kemal, Sarayı ve işgalcileri ürkütmeden arkadaşlarıyla gizli görüşmelerde bulunuyordu; ülkeyi bu kötü günlerden kurtarmanın yollarını arıyordu.
Sonunda İstanbul’da işgalcilerin baskısı ve Saray’ın işbirlikçiliği altında bir şeyler yapılamayacağını anlayınca, Anadolu’ya geçmenin yollarını aramaya koyuldu.
İstanbul’a gelişinden altı ay sonra böyle bir olanağın çıktığını gördü. İşgalciler Saray’a baskı yapıyordu: Samsun çevresinde Türk çeteleri sözde oradaki Hıristiyanlara zulüm yapıyorlardı ve eğer Saray bir şey yapmazsa orayı da işgal etmekle tehdit ediyorlardı. Olay tam tersiydi gerçekte; Rum ve Ermeni çeteleri Türk ve Müslüman halka zulüm ediyor, katlediyor, bölgeyi Türklerden arındırmaya çalışıyorlardı. Ama propaganda farklı işliyordu kuşkusuz.
Hükümet oraya bir denetmen (müfettiş) gönderip olayları yerinde inceleyecek, ‘Hıristiyanlara zulmedenleri etkisiz hale getirmek’ görevini yapacak birini arıyordu.
İşte Mustafa Kemal bunu duyunca fırsattan yararlanmak istedi ve görevi üstlendi.
Dahası, Hükümette niyetini sezinleyen bazı yurtsever yetkililer görevlendirme belgesine imza bile atmayıp mühürlerini belli belirsiz bastılar.
Vahdettin Mustafa Kemal’i kabul ettiğinde Paşa’nın yüzüne bile bakmadan ‘devleti ancak kendisinin kurtaracağını’ söyledi;
Bunları Mustafa Kemal tüm açıklığıyla Söylev’de anlatır.
Son anda durumu öğrenen İngiliz Komiserliği Mustafa Kemal’in İstanbul’dan çıkışını engellemeye çalışır ancak beceremez; Mustafa Kemal çoktan gemiyle ayrılmıştır.
Bunun yanında, Vahdettin ve Bab-ı Ali Anadolu’ya çıkışından sonra Mustafa Kemal’e yardımcı olmuşlar mıdır?
Öyle ya, değil mi ki, yurdu kurtarmak için Anadolu’ya gönderdiler, o halde oradaki çalışmalarında kolaylık sağlamaları gerekmiyor muydu?
Hayır, tam tersini yaptılar. Mustafa Kemal’i derhal geri çağırdılar.
Anadolu’daki komutanlara kendisini tutuklamaları için yönergeler gönderdiler.
Suikastçı gönderip öldürtmeye çalıştılar. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkum ettiler.
Kuvayı Milliyecileri (Ulusal Güçleri) eşkıya ilan edip isyan çıkarttılar, işgalci Yunan ordusunu Padişahın ordusu olarak ilan ettiler, Hilafet Ordusu kurup Ulusal Güçlerle çarpıştırdılar vb…
Sonunda da zaten Vahdettin İngilizlere sığınıp Malaya Zırhlısıyla yurttan kaçmayı seçti.
Atatürk saltanatı ve halifeliği kaldırmakla İslam’a kötülük etti
Tam tersi, toplumsal olarak dinin önemini biliyordu Atatürk. O nedenle kutsal kitabı Türkçeye çevirtip ezanı da Türkçe okuttu ki, inançlı halk neye inandığını kendi diliyle okuyup anlasın, hurafelere, kendisini kandıran din bezirgânlarına kanmasın. Yüzyıllardır süregelen boş inançların yerine akılcılığı yerleştirmek istedi. O nedenle ‘en hakiki mürşit ilimdir, en doğru tarikat (yol) uygarlık tarikatıdır (yoludur)’ demiş, ulusa doğru yolun bilimde, akılda, uygarlıkta olduğunu göstermiştir.
Atatürk diktatördü, her istediğini yapıyordu
Bu nasıl bir diktatörlük ki, en zorlu zamanlarda bile Meclisin açık olması gereğini savunuyor, tüm yasa ve kararların birlikte alınmasının önemini herkese anlatmaya çalışıyordu.
Kendisinin bu demokrasi aşkına karşın, karşıtları kendisinin milletvekilliğini bile düşürmeye çalışıyorlardı.
Atatürk yaptığı yazı devrimiyle geçmişle bağımızı kopardı, halk bir gecede cahil kaldı
Özellikle Harf Devrimi karşıtları bunu temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp toplumun önüne sürerler.
Harf ve abece sorunu aşağı yukarı iki yüzyıldan beri okumuş yazmış kesimde tartışılan bir konuydu.
Arap abecesi Türk dilinin gereklerini karşılamıyordu. Ünlü yokluğu nedeniyle bir sözcük farklı biçimlerde okunabiliyordu. İttihat ve Terakki hükümetinde Enver Paşa ordudan başlayarak bir takım düzeltmelerde bulunmak istedi; harfleri bitişik değil de, ayrık yazdırmayı denedi. Adına da Enver Alfabesi dendi. Ancak girişilen savaşlar dolayısıyla bu deneme rafa kaldırıldı.
Toplumu Ortaçağdan kurtarmayı amaç edinen Cumhuriyet, bu sorunu da çözmek zorundaydı. Atatürk bilim insanlarını, dilcileri görevlendirdi ve abece değişikliğini başlattı.
Kimse de bir gecede cahil kalmadı. 11 milyonluk ülkenin ancak en fazla yüzde on kadarı okur-yazardı. Tam tersi, açılan Millet Mektepleriyle kısa zamanda toplum okuma-yazmayı öğrendi. Okuyan ise, tarihini ancak Cumhuriyet sayesinde öğrenmeye başladı. Çünkü önceleri medreselerde tarih verilmezdi, sadece salla başla din kitabı ezberletilirdi.
Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam’da anlatır; ‘İslam Peygamberinin sağ olduğuna inananlara rastladım’ der, askerler arasında…
Dinini, dilini bilmediği gibi, kimliğini bile bilmeyen bir toplumdan söz ediyoruz. Türk müsün diye sorduğunda, almış olduğu yanıt: ‘Estağfurullah!’…
Neden? Çünkü Osmanlı tarafından toplum ‘etrak-ı bi idrak’, eş deyişle ‘anlayışsız, aptal Türk’ olarak tanımlanmış.
Toplum, Cumhuriyet ile kim olduğunun ayrımına vardı.
Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri var
Bi de bu safsatalar var belirli bir zamandır. 100. yılında sona erecek gibi, uçuk saçık savlarla belirli bir kesimin aklını çelmeye çalışıyorlar. Cumhuriyet’in kazanımlarını küçümsemek, Lozan’ı önemsizleştirmek için boşuna çabalar bunlar.
Lozan Antlaşması’nın gizli Meclis görüşmeleri bile yayınlandı. Herhangi bir biçimde gizli bir madde yoktur; hepsi açık seçiktir. 100. yılında da böyle bir şey olmadığı görüldü. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedidir. Küçük hesaplar için tartışma konusu yapılmamalıdır.
Atatürk bir düşün adamı değildi
Bunu da bazı kesimler, özellikle sonradan liboş olan solcu eskileri Mustafa Kemal Atatürk’ü küçümsemek için söylerler.
Atatürk bir kuram ortaya koyan filozof değildi. Eğer Kant ile, Sartre ile, Voltaire, Montaigne, Sokrates ya da Marks ile karşılaştırılmak isteniyorsa, evet değildi. Gereği de yok.
Ama çağının önünde çok önemli bir aydın kişiydi. Çok genç yaşlarda başladığı okuma serüveni savaş sıralarında bile sürmüş, tarihten toplumbilime, dilden din bilimine birçok alanda araştırmalarda bulunmuş; dahası, bugün kullanmış olduğumuz Türkçe geometri terimlerinin çoğunu kendisi bulmuştur.
Atatürk dönemi demokratik değildi, bir tek adamlık düzeniydi
Başıboşluğu, düzensizliği demokrasi sanıyorsanız, haklı olabilirsiniz.
Ancak yüzyıllardır kangrenleşmiş bir toplum yaşamını sağlam temeller üzerine koymak için yasalar, kurallar, yeni çağın gereklerini yerleştirmeye çalışan, toplumunu çağdaşlaştırmaya çaba gösteren bir devrimler döneminde elbette eksiklikler olacaktır.
Ama benzerleriyle karşılaştırırsak, Türkiye Cumhuriyeti Devrimi en az kanlı bir devrim olmuştur.
Tek adamlık bir düzen de değildi.
Atatürk çok uğraştı çok partili düzene geçmek için. Ancak Cumhuriyet çok gençti, yapılacak çok iş vardı; ve hâlâ genç Cumhuriyeti boğmak için çaba gösteren emperyalistler ve onların işbirlikçi yardakçıları durmaksızın eylem içindeydiler. Başka bir deyişle biraz daha zamana gereksinim vardı.
Onun silah ve dava arkadaşı İsmet İnönü ilk fırsatta Atatürk’ün özlemini yerine getirdi.
Ancak toplum Batı toplumuna benzemiyordu. Biraz daha zaman gerekliydi. Bu ülke, ‘odunu göstersem milletvekili seçtiririm’, ‘siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz’ diyen siyaset adamları gördü…
***
Cumhuriyet Neden Önemli?
Cumhuriyet bizim için neden önemli? Nasıl kuruldu, kimler kurdu?
Bunlar bilinmeyince, genç kuşaklarca önemi de pek anlaşılmaz.
Örneğin, İngiltere’de, Kanada’da, Avustralya’da, Danimarka, Belçika gibi Batı demokrasilerinin hüküm sürdüğü ülkelerde bu pek sorun edilmez. Buraları birer monarşidir, ancak krallıklar simgesel olarak kalmıştır. Dolayısıyla tek başına Cumhuriyet rejimi ülkenin varmış olduğu, özellikle adaletli bir rejimin tanımı da değildir.
Hitler’in, Franko’nun, Salazar’ın yönetimleri de birer Cumhuriyet’ti; bugün İran ve daha birçok Asya ve Afrika ülkelerinde de Cumhuriyet rejimleri sürmektedir.
Peki Türkiye Cumhuriyeti neden bizler için bu denli önemli?
Bunun için Türkiye’yi Cumhuriyet’e getiren süreci gerektiği gibi irdelemek gerekir.
Yenileştirmeler en azından iki yüzyıldır sürüyordu. Ancak bir başlangıç almak gerekirse, II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırması (1826), o zamanlar da tanımlandığı gibi ‘Vaka-i Hayriye’dendir.
Eş deyişle, ‘Olumlu bir olaydır’.
Bir değişim ve dönüşümün öncüsü olarak ordu çağdaşlaşmaktadır. Giysi yenileştirmesiyle zihinler daha açık bir biçime yönlendirilmektedir, yasalar çağın gereklerine göre düzenlenmektedir vb…
Ve böyle bir ortamda, Batı’nın zorlamasıyla da olsa, Tanzimat (1839)’la birlikte belirli bir dönüşüme tanık olunmaktadır.
Kolay değildir elbette tüm bunlar. Yüzyıllardan beri gelen ve kurumlaşan gelenekler inançla pekiştirilmiştir, kanıksanmıştır ve bundan çıkılamamaktadır.
Batı’da insanların diri diri yakılması gibi bağnazlıklarla (engizisyon mahkemeleri, cadı avları vb) yüzyıllarca kan akıtılmış; ancak bunların sonunda da aklın ucu açılmış, coğrafyasal keşiflerle sanayi devrimleri yaşanmış; bunun yanında sömürü derinleşmiş, sonunda da Fransız Devrimi (1789) gibi toplumsal patlamalar yaşanmıştır.
Öte yanda daha duygusal bir yapıya sahip olan Doğu toplumları Batı’nın sömürü alanına girmiştir.
Eski Dünya anlayışından çıkamayan Osmanlı ise bu ivmeyi yakalayamamış, kendisi gibi toplumu da Ortaçağ’da yaşamaya mahkûm etmiştir.
Şimdi silkinmeye çalışsa da, yanlış siyasetlerle vermiş olduğu ödünlerin tutsağı olmuş ve sonunda Tanzimat’a ulaşmıştır.
Ondan sonra Abdülmecit’in kardeşi (Abdülaziz) ve çocuklarının zayıf yönetimleri başlıyor.
Abdülaziz’den sonra, yenilikçilerin kurtarıcı olarak, güçlenen Avrupa emperyalistlerini görmesi ve onların kucağına düşmesi, tarihte ‘93 Harbi’ * olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Ruslarla yapılan Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) ve sonrasındaki Berlin Antlaşmasıyla (13 Temmuz 1878) dışarıya daha çok bağımlı duruma düşmesi, genç II. Abdülhamit’in ülkeyi dışarıya kapatmasına neden olmuştur.
Bunun sonucunda 33 yıllık bir baskı (istibdat) dönemi ve ardı ardına toprak yitimleri, toplumsal düzenin bozulması, yine kurtuluşu bir derece Batılı devletlerin güdümünde gören ‘yenilikçilerce’ 1908 Devrimine getirilen ülkede, bu kez ‘İngilizci, Almancı ya da Fransızcı’ ‘devrimci’lerin türemesine yol açmıştır.
Halk çocukları ‘vatan uğruna’ cepheden cepheye sürülürken, Batılı devletler de artık ömrünün sonuna gelmiş olan Osmanlı’nın cenazesi kaldırılmadan kendilerine pay çıkarmaya çaba göstermektedirler.
Ve özellikle 1912’den 1922 sonuna dek aralıksız bir savaş ortamı…
Yokluk, yoksulluk, ölüm-kalım savaşı, ihanet, çıkarcılık, bağnazlık… toplumu savurdukça savurdu.
Birinci Dünya Savaşı ise (1914-1918), savaşa katılan diğer ülkelerin tersine Osmanlının tabutuna çakılan son çivi oldu.
Kendilerini kurtarmaya çalışan Osmanlı Hanedanı ve üst yönetiminde bulunan kişiler düşmanla işbirliği yaptılar; cahil halkın inancını kullanarak emperyalizmin uşaklığını yapan, onun maşası olan Yunan Ordusunu bile Hilafet Ordusu olarak tanıtma yoluna girdiler; yurdu düşman çizmelerinden kurtarmaya çalışan Ulusal Güçleri (Kuvayı Milliye) ise eşkıya ilan ettiler; idam fetvaları, fermanları yayınladılar.
Dolayısıyla çürümüş devlet düzeni içinde Osmanlı Hanedanı’na da artık inanç yitirilmiştir.
Cumhuriyeti Devrimini yapanlar öne sürüldüğü gibi bir avuç burjuva değil, halk çocuklarıdır.
Bunlar tepeden inme değil, yüz yıllardır sömürüyü inanç içinde içselleştirmiş ancak bu kıskaçtan nasıl çıkılması gerektiğinin savaşımını veren eğitimli halk çocuklarıdır.
Ülkede çağdaşlaşmanın öncüsü olarak kurulan askeri okullarda yetişmiş olan bu halk çocukları, daha okul sıralarında, hem de II. Abdülhamit’in baskıcı döneminde örgütlenmişler ve savaşım Cumhuriyet’e kadar uzanmıştır.
İşte özellikle bu nedenle bizim Cumhuriyetimiz başka ülkelerdekinden çok çok daha önemli ve değerlidir.
Çünkü Cumhuriyet adıyla yönetim, daha 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’yle (TBMM) birlikte halk yönetimine girmiş, halkın eşitlikçi felsefesiyle halk için yönetimi olmuştur. Bu nedenle Cumhuriyet tüm inançları içinde toplayarak laik olmalıdır, tam ve eşitlikçi hukuk devleti olmalıdır, tüm budunsal (etnik) ayrılıkları gözardı ederek, ancak tüm bu renkleri de içine alarak ulusçu olmalıdır, sürekli kendini ileriye, daha iyiye evrilterek devrimci olmalıdır…
İşte tüm bunları içinde barındıran Türkiye Cumhuriyeti felsefesi tam da bu nedenle, sadece yurdumuzda değil, sömürü içine düşen tüm mazlum ulusların kurtuluş felsefesini taşımakta ve yarınlar için olmazsa olmaz umut olma düzenini korumaktadır.
Onu yaşatmak, gelecek kuşaklara yönelik boynumuzun borcudur.
İnanıyorum ki, Türk toplumu emperyalist işbirlikçisi aymazlara da dersini verecek ve laik Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.
Tüm bu anlayışla, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bir halk devrimi olan 1923 Türkiye Cumhuriyeti Devrimi’nin 100. yılı hepimize kutlu olsun!
* Rumi takvime göre savaş 1293 yılında oldu.
Ömer F. Özen / Gözleyi, gözleyi… / Bizim Anadolu / 21 Ekim 2023