Press "Enter" to skip to content

Ah Şu Dilimiz

Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül bir dost ister, kahve bahane.

(Bu yazıyı sesli olarak da izleyebilirsiniz. Bağlantıyı imleyiniz):

Kahve Bahane

Gönül dostları, bugünkü söyleşimiz dil üzerine olacak.

‘Ömer Özen, bu kadar sorun ve dert arasında sen bunları mı dert ediniyorsun’ diye sorabilirsiniz.

Doğrusu, evet; bunları dert ediniyorum. Çünkü dil en önemli iletişim aracımız ve bu dili olabildiğince iyi, sağlıklı konuşmalı, sağlıklı yazmalıyız…

Dil, özellikle bizim konuşmuş olduğumuz Türkçe, oldum olası bir sorun olmuş, yüzlerce yıl hor görülmüş; ama o kendini hep korumayı bilmiş ve bugünlere gelmiştir.

Birçok devlet kuran Türk kökenli budunlar, daha geniş anlamda uluslar, nedense kendi dillerine pek önem vermemişler; karışıp birlikte yaşamış oldukları budunların dillerine özenmişler; elbette siyaset gereği, başka budunların, başka ulusların abecelerini de kullanmışlar.

Bir tek 13. yüzyılda Karamanoğlu Mehmet Bey, “Şimdengeru, divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayri dil kullanılmaya…” diye ferman buyurmuş, Farsça ve Arapça konuşulmasını yasaklamış; bir de 20. yüzyılda bir başka yiğit, Mustafa Kemal Atatürk, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”diyerek Türkçeye kanatlarını vermiştir.

Böylece, Cumhuriyet’le birlikte uzun bir uykudan uyandırılan Türkçe layık olduğu değere kavuşmuş ve araştırma/geliştirmeyle büyük ölçüde sorunlarını çözmeyi başarmıştır.

Yanlış anlaşılmasın, elbette ki uluslar ekinsel gelişimleri içinde birbirlerini etkiler, sözcük ve deyim alışverişinde bulunurlar; bu doğanın ve yaşamın gerekleri içindedir.

Bir kavramı kendi dilinizde, ekinsel gelişiminiz içinde açıklayamıyorsanız, elbette başka bir dilden alabilirsiniz. Ancak bu zorlama ya da öykünmeyle değil, kendi doğal akışı içinde olur. Türkçesi varken, neden Frenkçesine gereksinim duyulur!

Dönem dönem, günlük yaşamın değişimi/gelişimiyle deyimler üretilir, eski deyimler dilde kullanılmaz duruma gelir ya da yenileriyle yer değiştirir.

Ancak sorunlarını büyük ölçüde çözmüş olan Türkçe, bugün yine geriye ve yozlaşmaya; zorlamayla, başka dillerden aşırmayla yabancılaşmada oldukça yol alıyor.

Gözlemlemiş olduğum kadarıyla bugün, en azından yirmi yıldır Türkçeye özensiz biçimde sokulmuş birçok deyim ve/ya da söylem biçimi, sözcük bulunuyor.

Hemen dilimin ucuna gelen birkaçı:

İkinci el, atıyorum, bana dön, geri dön, geri döneceğim, mesela örneğin, mecburen zorunda kaldım, otobüs metro almak, ne alırsınız? Aklımızla alay etme! Aklımızla alay ediyor vb, vb…

Bunlara geleceğim ancak, bu son dönemde dilimize yeni yeni sözcükler de sokulmaya başlandı.

Örneğin pandemi; örneğin en az kırk yıldan beri dilimizden atmaya çalıştığımız izolasyon. Yeni ve sorumsuzca sokulmaya çalışılan bir sözcük, entübe…

Bilir misiniz ki bu yeni salgın döneminde İngilizce’den gelen ‘test’ sözcüğüne karşı Fransızca’da hemen ‘dépistage’ (okunuşu: depistaj) sözcüğünü buldular; uzaklık, ara sözcüğü için ‘distanciation’ (okunuşu: distansiasyon) sözcüğünü dolaşıma soktular; bütün dünya İngilizce konuşuyor, ‘bilimseldir’ bırakalım öyle kalsın demediler.

Ama bizde bir yandan tembellik, bir yandan umursamazlık ya da ‘bilimsel tanım’ gerekçesiyle, varsa da yoksa da Frenkçesi bol keseden toplumun diline, özellikle basın-yayın aracılığıyla sokuluyor.

Baskın dünya dillerinde ‘entübe’ deyimini hiç duymadım. Bir tek Türkiye’de insanları ‘entübe’ ediyorlar…

Bir de, şu basın bi türlü nasıl yazacağına karar veremedi; kimi kovid yazıyor, kimi covid. Kimi korona yazıyor, kimi corona…

 

Türkeçe’de Ka Yoktur

Yine başka biri seslendirme sorunu; bakın, Türkçe’de Ka yazıtı (harfi) yoktur, Ke vardır. Hemen herkes yabancı diller etkisinde kalıp kısaltmalarda Ke’yi Ka diye seslendiriyor. Örneğin, KaKaTeCe değil, KeKeTeCe olarak seslendirilmeli. Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun kısaltması HeSeKa değil, HeSeKe diye seslendirilmeli.

Türkçe’de Ti diye, Vi diye bir yazıt adı yoktur, Te vardır, Ve vardır. HalkTiVi değil, HalkTeVe’dir o kuruluşun adı. Bu arada, dikkat ettiniz mi, televizyon olunca Te’yi Ti yapıyorlar, KKTC’nin içinde Te diye seslendiriyorlar.

Dili öylesine iyi biliyorlar ki (!), kimse oturup sözlük karıştırmıyor; kimse yazım kılavuzuna başvurmayı düşünmüyor.

Bir dil birliğine gereksinmemiz yok mu dersiniz?

Sizi duyar gibi oluyorum: ‘Ömer Özen, toplum daha ‘de, da’yı, ‘ki’yi nerede ayrı, nerede bitişik yazacağını bilemiyor; soru eklerini bitişik yazıyor; sen bunları mı dert ediniyorsun’ diyorsunuz.

Haklısınız haklı olmasına da, böyle umursamazlıkla birbirimizi daha çok anlayamaz duruma geliyoruz. Siz onun ayrımında mısınız?

Durup durup söylerim, durup durup yazarım; Bizim Anadolu için birlikte yola çıktığımız arkadaşlarımızla bile Türkçe konusunda çoğu kez ayrılıklara düştük. Kimi ‘dil dergisi mi çıkarıyoruz’ derken, kimi de ‘dil züppeliğiyle’ suçladı bizi.

Halbuki, ‘kırk yıldır yurttan uzaktayım, bu nedenle dilden de çok uzak kaldım; arada bir Hürriyet gazetesi alırım, Bizim Anadolu’yu Hürriyet gazetesinden çok daha iyi okuyup anlıyorum’ diye yazan okurlarımız olmuştu.

Yurtdışında yaşarken, günlük yaşamın getirmiş olduğu deyim ve söylemlerle kırma bir dille yaşamaya başlıyoruz; ve Türkçe o bölgenin ekinsel ortamı içinde yozlaşıyor.

Örneğin Almanya’da konuşulan Türkçe’yle, Fransa’da, ABD’de ya da Kanada’da kullanılan dil aynı olmayabiliyor.

Yıllar önce Almanya’da kullanılan Türkçe’yle ilgili bir araştırmada bulunan dil uzmanlarımız varmış oldukları sonuçta, o bölgede kullanılan yerel sözcükleri bilmeyenin orada konuşulan Türkçe’yi anlamayacağını ortaya çıkarmıştı.

Bir de 1990’larda yaşamımıza giren özel radyo-televizyonların dilimize getirmiş olduğu büyük bir karmaşa oldu. Bu yayın organlarının çoğu herhangi bir eğitimden geçmeyen dilde yetkin olmayan kişilerle; bunun yanında yurtdışından satınalmış oldukları bazı ucuz izlenceleri, yine yetkin olmayan kişilerce Türkçe’ye çevirtip izletmeleri, izlencelerden doğan çarpık anlatımları günlük yaşama sokmuş oldular.

Bugün bile hâlâ – iletişim, dil, konuşma konusunda eğitim veren yüzlerce okulumuz olmasına karşın – nerede, nasıl vurgu yapacağını, virgülü nereye koyup konuşacağını bilmeyen sunucular, haber seslendirenler radyolarda, televizyonlarda boy gösteriyorlar. Bunların herhangi bir denetimi olmadığı gibi, anlaşılan bu kişileri o yayın organında sözkonusu bölüme alırken de herhangi bir eğitimden geçirmiyorlar.

Haber sunumlarında yabancı adları, konuşan kişinin bildiği ya da bildiğini sandığı yabancı dile göre seslendirmesinden geçtim; Türkçe deyimleri, sözcükleri bile gerektiği gibi seslendiremiyorlar.

 

^ İmi

En büyük sorunlardan biri de sorumsuzca kullanımdan kaldırılan ‘^’ (inceltme) imi dolayısıyla yeni kuşağın sözcükleri seslendirememesi…

‘Kâmil’ adını bilmediği için ‘Kamil’ diye okuyorlar örneğin… Kâzım, Kazım oluyor.

Kâğıt’ı ‘kağıt’ olarak okuyanlara rastladım…

Bu imler bilindiği gibi ödünç alınan bazı sözcükler için gerekli. Bu sözcükler dilimize girmiş ve onlarla yaşamak durumundayız. Hiç olmasa, sağlıklı seslendirmemiz gerekmiyor mu? Müjdat Gezen isyan etmişti bir ara; “geri verin bizim şapkalarımızı, ‘hâlâ mı’ ile ‘halamı’ karıştırmak istemiyorum” demişti.

Konu geniş, bitecek gibi değil. Döneceğiz bu konulara.

Şimdilik şu yeni birkaç sözcüğü anımsatalım:

Pandemi değil, salgın ya da küresel salgın.

İzolasyon değil, yalıtım

Entübe değil, solunum gereci ya da cihazı

Bu arada;

Türkçe’de çay, kahve, içki alınmaz, çay, kahve, içki içilir…

Metro, otobüs alınmaz, metroya, otobüse, arabaya binilir…

Çevreyolu alınmaz, çevreyoluna çıkılır.

Çıkış alınmaz, çıkıştan çıkılır…

İkinci el araba değil, kullanılmış araba ya da elden düşmüş araba…

Telefonda geri dönülmez, yanıt verilir ya da kişi yeniden aranır…

Mecburen ile zorunda kalmak birlikte kullanılmaz, ikisi de aynı anlamdadır.

Mesela ile örneğin birlikte kullanılmaz, ikisi de aynı anlamı içerir.

 

Aklımızla alay etme!

Bu deyim İngilizce’den apartılmış bir deyim. Halbuki bizim bu deyimi karşılayacak söylemimiz zaten var: Bizi aptal yerine koyma! Bizi aptal sanıyor… Bizi salak yerine koyuyorlar…

Kendi dili içinde çok güzel deyimleri unutturup ille de öykünmeyle toplumun düşünsel yapısını değiştirmek o topluma yapılmış en büyük kötülüktür. Dil ve düşünce birbiriyle bağlantılı çok önemli etmenlerdir. Ve buna özellikle basın-yayın kurumları çok dikkat etmeliler.

 

Atıyorum

Bir de dilimize yapışan şu ‘atıyorum’ sözcüğü var. Sanırım doksanlı yıllarda dilimize sokulmuş.

Bir konuda örnek vermek için sürekli ‘atıyorum’ sözcüğü kullanılıyor. Neyi, nereye atıyorsun? Örneğin demek zor mu geliyor? Örnek vermek istiyorum, örnek olarak… demek çok mu zor oluyor?

Sözcükleri yerli yerince kullanırsak birbirimizi daha iyi anlarız…

Söyleşimiz çok uzadı ama, yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Metinlerde çok sık iki nokta kullanılıyor. Türkçe’de bir düşüncenin devamını belirtmek ya da okura düşünsel olarak pay bırakmak için üç nokta kullanılır. İki nokta, bilgisayar dünyasıyla yazı yaşamımıza giren bir tembellik ürünüdür. Tıpkı bazı yazıtların (harflerin) üzerinden kaldırılan ^ imi gibi… Bunun başka bir açıklaması yok…

Dilinizi sağlıklı Türkçeyle tatlandırın!..

Kalın sağlıcakla!..

 

o.ozen@bizimanadolu.com

Tüm Yazıları»

Ömer F. Özen / Bizim Anadolu / Kahve Bahane / 18 Eylül 2020

Şu haber ve yazılarla da ilgilenebilirsiniz:

Share with your friends / Partagez avec vos amiEs / Dostlarınızla paylaşın...

Be First to Comment

    Leave a Reply